Bölme 9: Gece bitmez, Somun bitmez

Duşanbe düşündüğüm gibi ufacık bir şehirdi. Birkaç mahalleyi birbirine Uhu ile yapıştırmışlarcasına bir şehirdi. İçerisinde bu ülkenin yani Tacikistan’ın vatandaşları kendi kültürlerinin korkunç sınırlamalarına göre sokakları arşınlıyor, evlerinde ve butik otellerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyordu. Birbirlerini korkutmaya çalışmasalar da dehşet içinde kendi içlerine kapalı birbirine özgür sözler söyleyemen bir grup zavallı gibi gün sayıyorlardı.


Burada yaşayan herkes beni terketseydi umrumda bile olmazdı ama yine de hepsine birer hayat bahşedilmişti. Hayat veren her kimse bayağı bonkördü. Otelimize önceki planlarımızı umursamadan yerleştik. Odam çok tatlıydı gerçekten. Pencereden dışarı bakıldığında hiçkimsenin tenceresi görünmüyordu. Fakir sahneleri sevmediğim için bir tas çorba bile içmeyen yaratıkları görmeden uyuyakalabilmek benim için muazzam bir lüks idi. Bugün hava açıktı, kardan adam yapmayacağımız belliydi. Her mevsimin kendine özel güzellikleri olduğu gibi, kardan adam yapamamak gibi eksiklilkleri vardı. Havuç ve kömür bulunan ve bol bol kar yağan yerlerde kış mevsimleri dışında. Pencerenin önüne geçtim ve bir sigara yaktım. Uzaklara bakarak ve okunamayacak kadar uzun romanları düşünerek kurnazca üfledim nikotinli dumanları.


Canım yeni bir şeyler istiyordu. Bu gece Tacikistan’ın en küçük şehirlerinden birisinde çılgınca şeyler yapmak istiyorum. Kasaba’nın tek gay barı olan Tiny Dancer’a gitmemek olamazdı. Giyindim kuşandım kendimce. Benim mütevazı diye kabul edeceğim kıyafetler Büyük Britanya prenseslerinin düğünlerinde giymeyi düşündüğü kıyafetler olduğundan içim hiç acımadı. Modaya bir köle değildim. Geceleri de oldukça güzel olurdum ay ışığında. Hesap makinem olsa oldukça karmaşık hesapları bir çırpıda yapabilirdim. Kıyafetlerimi gelenekleri ve rejimleri yıkarcasına kuşandım. Korktuğum tek şey vardı. Korktuğum tek şeyin ne olduğunu unutmaktı; yine unutmuştum.


Ah be idi. Karmaşık korkular içerisinde kıvranıp havuçların derisini ucuz bir rende ile soyarken kapım çalındı. Bir mp3 gibi değildi bu çalış, başka bir yaratığın kemiklerini tahtaya tekrar tekrar vurmasından oluşan haşmetli bir gürültüydü. Korkularımla yüzleşirken bu ses beni bir nebze bile irkiltmemişti. Kapının öteki ucunda bana suikast düzenlemeye gelmiş üç ninjanın olmadığından neredeyse emindim. Tajikistan’ın orta yerinde üç ninjanın ne işi vardı diye düşünürken kapıyı açtım.


Karşımda duran yaşam formu kendi kültürel bağlamında Palpatin adını almış bir insandı. Üzerine yine kardeşlerinden kalan bütün kıyafetleri giymişti ve yalnız gelmişti.


‘Seninle konuşmak isteyen üç ninja var’ dedi Palpatin kendisini kontrol edemezcesine.


‘Pekâlâ ama neredeler?’ diye sormamak için kendimi hiç tutmadığım için direk sordum.


‘Koridorun öteki ucundalar şu anda kamufle olmuş durumdalar, ben bile göremiyorum ninjalık zor meslek, görünmemek üzerine kurulu bir iş olduğu için devlet dairelerinde ve veznelerde işlerini nasıl hallediyorlar hiç bilemiyorum.’ dedi Palpatin, bir yandan gözyaşlarını tutamıyordu, o yüzden yanında bir kova getirmişti.


İkimiz de güzelce yerleri temizlemeye başladık. Ben onun viledasını o da benim paspasımı kullanıyordu. Kız gibi bakmıştı paspasına aslında. Şiirler haikular yazılası bir paspastı. Üç kuruşluk bir operanın korkunç karakterlerini bile ağlatacak kadar yalnız tüyleri vardı paspasın. Rus oyunlarında bile bu kadar yalnız kimseler görülmezdi ama ikimiz birbirimizi destekleyip, sırt sırta verip bütün zeminleri Marc ile temizledik. Marc iyi bir melekti, ikimizin yüzüne de gülümsüyordu.


Bu küçük kanatlı olağanüstü ve hatta doğaüstü yaratığın üzerimde yarattığı etki, ninjalar meclisiyle yapacağım görüşmeyi kabul etmek için kendimde yeterli cesareti bulmamdı. Ninjalara elimdeki parmaklarla yıldız işareti yaptım. Bunun ninjalar arasında ‘buyrun gelin, bir çay demleyeyim evde bisküvit de var, birlikte banıp yeriz’ anlamına geldiğini biliyordum. Hatta bu işaretin açıklamasını bir keresinde yepyeni bir ofisin fotokopi makinesinde eski bir kalaşnikofun kopyasını çektikten sonra çekivermiştim hiç çekinmeden.


Otel odamdan içeri ninjalar bir bir girdi kamuflajlarını geride bıraktıkları arabeskliklerinden belliydi. Hepsinin başına olmadık şeyler geldiği belliydi. Her hallerinden belliydi. Üç kere beşi çarptığımda hangi sonucu alıyorsam onları da bu şekilde değerlendirmemem gerektiği konusunda kendimle yaşadığım çekişmenin haddi hesabı yoktu. Önce onların kendi ninja kanunlarını bildiğimi belli etmek üzere üzerlerine Üzeyir adında bir adam attım. Onlar da gülümseyerek benim ustaca iletişimimi kutladılar. Gülümseyişlerinde bir tetrislik vardı. Sonra kalkıp oturdular. Sonra oturup kalktılar.


Kocaman bir of çektim dağlara bakarak. Karşımdaki ninjalar öylesine arabeskti ki eski aşklarını aş eşliğinde kaybettikleri belliydi. Hatta kimisi ağabeylerini kaybettiklerinden yengeleriyle evlenmek zorunda kalmıştı. Kaşları bayağı kalındı. Niye bu kadar kalındı. Hiçkimse bu kadar kaş gerektirecek kadar terlemiyordu. Kan ter içinde kalmak zorunda kalıyordu belki de düzenli olarak ninjalar.


Ninjalar hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Herhangi bir konuda saçma bir yeteneğe sahip olacak insanlar kimdir diye soracak olursanız bunlar ninjalardır. Her türlü zarfı dillerini kullanmadan yalayan, kanatsız uçan, eskici diye bağırmadan eskicilik yapabilen, iğdeleri kabuklarıyla yiyebilen sayılı yaratıklardandı ninjalar.


Onlara saygı duydum önce, sonra geçti çünkü birinin burnunda sümük vardı. Neden temizlememişti. Her türlü ortamda sınırsızca saklanabilen birinin burnundaki sümüğü saklayabilmemesini kabullenmekte hiddetli bir zorluk çekiyordum. Hoyratça konuştum onlara karşı, o noktada memelerim süt üretebilecek kadar anadoluydu.


‘Ne istiyorsunuz benden?’ diye sordum meraksızca. Çünkü onların benden ne istediğinden daha önemli bir şey varsa benim onlara verebileceğim şeylerin yapı kredi bankasından çekilip çekilemeyeceğdi.. Yine kavak ağaçlarının yaprakları düşüyordu taharet bezlerine.


‘Biz bu şehri mesken tutmuş cadıları gebertmek istiyoruz,’ dediler ürkek ürkek. Belli ki benden çekiniyorlardı.


Bu arada Palpatin neden gerizekalı gibi olaya katılmamıştı anlamak güçtü doğrusu. Öylece kapının pervazını yalayıp duruyordu. Hoş tuzlu bir tat bırakmıştı belli ki ağzında. Otelin odasını aydınlatan küçük küçük ve büyük büyük mumlar çok romantik bir atmosfer yaratmıştı bile. Sanırım Palpatin de Sümeyye’yi özlemişti. Bana olan tutkusunu unutmak istemiyordum.
‘Siz üç kişisiniz, benim hikâyeme neden bulaşıyorsunuz allah aşkına. Gidin kendiniz gebertin. Ben seksi bir obje arıyorum yalnızca.’ işte o anda içimi bir korku kaplamıştı. Çünkü Palpatin kapıyı yalamayı bırakmış bana bakıyordu. Hayret içindeydi. Beni o anda çıtır çıtır yiyebilirdi.


‘Nasıl olur?’ dedi Palpatin. Belli ki söylediklerime inanamıştı. Öncesinde bana objelerin sadece kutsal olduğunu söylemişti. Objelerin seksi olduğunu nereden çıkarmıştım. Bu çıkardığım şeyin doğru olması da cabasıydı belli ki.


Uçakta tam 10 dakika boyunca uyuyabilmiştim. Bütün arkadaşlarımı gördüğüm rüyaya yaşlı sakallı bir travesti bile konuk olmuştu. Rüyamın geçtiği çay bahçesine elinde yarısı ısırılmış bir lahmacunla bana yanaşıp ‘Aradığın objeler aslında kutsal objeler değil seksi objeler’ demişti. Ben de onun tamamen bana doğru söylemekle yükümlü olduğunu birden anlayıvermiştim. Anal seksle de işim yoktu o gece. Bazı geceler gerçek rüyalar görürüm.


Ondan sonra anladım ki Tacikistan’da aradığımız objenin çok seksi olması gerekiyordu. Zira yaşlı bir travesti bana böyle söylemişti. Ona inanmamak için hiçbir sebep göremiyordum. Tam bir zilli, yosma, kahpe gibi kahkaha atıp, ‘Evet Palpatin, gerçekleri biliyorum. Aradığımız objelerin belgesellere layık bir seksilikte olduğunu biliyorum. Benimle bu maceraya çıkmanın bir anlamı olması gerekiyordu. Bu anlama uçakta vakıf oldum,’ dedim Palpatin’in boncuk gözlerine bakıp ninjaları görmezden gelirken.


Ninjalar yine hep bir ağızdan konuştu. Hepsinin aynı ağzı kullanması oldukça ekonomikti ben de belki de denemeliydim. Dudaklarım çok çekici olduğu için rujumu kimseyle paylaşamazdım ama kasvetli mezarlıklar bu günler içindi.


‘Sen gerçekleri çok iyi anlıyorsun Hale,’ dedi Palpatin. Doğru söylemişti zira gerçekten gerçekleri gerçekçi bir biçimde köfteyi çakıyordum. Eskiden olduğu gibi kırtasiye malzemelerimi hepsine gösterdim.


‘Ey ninjalar, silahınızı seçin, cadıları birlikte def edeceğiz. Ancak arkadaşımız Selahattini bekleyelim, yarın kahvaltıya bize yetişir. Birlikte açık büfeye gideriz ve tok birer karınla gidip savaş açarız ucube cadılara.’ dedim bir tek olan ağzımla.


‘Hepimiz seni çok seviyoruz Hale,’ dedi adamlar. Gözleri parlıyordu ve üzerlerinde huzur verici birer battaniye vardı. Otel odamda bir çember oluşturacak şekilde birbirimize fındıklı çikolata yedirerek uykuya daldık. Palpatin de aramızdaydı. Ne de güzeldi her şey.


Hiç yorum yok: