FÜTÜR HALE'NİN ÇISÇILGIN MACERALARI

Sevgili Fütür Hale,

Maceralarını bu genişlerin genişi internet sahasında yayınlamama izin verdiğin için sana içtenlikle ve içtenliğimle teşekkür ediyorum.

Her hafta gelecekten gönderdiğin metinlerle, hummalı maceranı bize ulaştırdığın ve ibret olduğun için arkadaşlarım teşekkür ediyor.

Lütfen kümülüslerin ötesinden bize seslenmeyi sürdür, bizi unutma e mi?

(Fütür Hale, Allah'a bir sual sorabilmek için çıktığı maceranın ayrıntılarını kendi akışkan, sulu diliyle anlatıyor. Her hafta yeni bölümleriyle sizlerle...)

Mucuk Annem,
Samet Atasoy...

(not: Fikirlerinizi, yorumlarınızı, yergilerinizi bu gönderinin ''yorum'' bölümüne göndertebilirsiniz)

Bölme 1: Fütür Hale


Dünürümle görüşmeden önce yapmam gereken bütün hazırlıkları yaptım. Hazırlıkları hemen yapmaya başlamalıydım, çünkü daha düne kadar bir dünürüm olduğunu dahi bilmiyordum. Kabul etmek zor da olmadı açıkçası, bir dünürü hak etmiştim. Gizli gizli arzuluyordum belki de. Torunum nasıl oyuncaklarının canlandığını hayal ediyorduysa ben de bir dünürün hayalini kuruyordum. Torunum aklını okuyabildiğim tek kişi değil tabii ki.

Akşamdan suya koyulmasi gereken bütün sebze ve bakliyatı aynı kovanın içerisine koydum. İnanıyordum ki bir yemek hazırlanırken malzemeler aynı yerde beklerlerse, birbirlerine lezzet katarlar. Ama nedense sebzeler daha yumuşak ve açık görüşlü olduğu için bakliyatlardan özgüce ve keyifle etkilenirken, bakliyat katı katı kovanın içinde hüküm sürmeye çalışacak, bu beraberlikten nasibini alamayacaktı. ''Alamadı da!'' demek isterdim ancak bilmiyorum. Yıllar boyunca, bana yüzyıllar gibi geliyor şimdi, buzdolabında sakladığım bütün yiyecekleri birbirinden mümkün mertebe ayrı yerlerde, ayrı kapalı kaplarda sakladım. Bu alışkanlığın sebebi, ya birbirlerini olumsuz etkilemelerinden korkmamdı ya da ben uyurken dolabın içinde bir medeniyet kurup uyanana kadar fetihçi bir topluma dönüşmelerinden çekinmemdi. Olabilirdi, zira kapaksız sürahinin içindeki suyun tadındaki garipliği başka şekilde açıklayamıyordum. Tadı olmadan tüketebileceğim tek şey olduğuna inandığım suyun sucuk, taze fasulye ve lületaşı gibi boğazımdan serince akması sadece aklımın oyunu olamazdı.


Hazırlıklarım neredeyse tamamdı. Tabaklara aranje ettiğim yiyeceklerin üzerine birer yaprak yeşillik koydum, son yiyecek yığınının tepesine 10 dolarlık bir banknot yerleştirdim ve yalnızken osurduğumda gülümsediğim gibi tabağı süzerek gülümsedim. Hatta isterik bir kikirdeme bile işin içine girmişti sanırım. Deham karşısında aklımı yitirmemek için ağzımı tuttum, çıldırmak ağzımdan hızla çıkacak titrek siyah yılan balıklarıymış gibi. Sonra masanın üzerine uzanıp beklemeye başladım.

Bana bildirildiği üzere dünürüm aranan birisiymiş, mezun olduğu gibi havada kapacaklarmış ancak üniversiteden aşşağı atlarken, uzun bir İnkaca sözcüğü tramplen olarak kullandığı için en büyük holdinglerin bile erişemeyeceği yükseklere zıplayıp yere çakılmış. Bu yüzden o gün bu gündür işverenlerin arananı olup çıkıvermiş. Takip edilmesi zor olsun diye evinden çıkarken 3 adet aynı renk aynı marka araç 4 farklı yere aynı anda hareket edecekmiş. Hadi bakalım. Umarım o araçlardan birisi buraya geliyordur ve o gelen arabanın içinde dünürüm Palpatin vardır. Çünkü karışıklık istemiyorum. Ben sebzelerimi binbir emek 3 gün öncesinden dizeyim, tek tek sayayım ve kalksın onun için özel ayırttığım 1 arabalık park alanına boş bir araç gelsin.

Palpatin çok fakir olduğu için şu şöförsüz, kendi kendine giden arabalardan almış. Şöförlere parası yetmiyordur tabii adamcağızın. Bu durumda araçların hepsinin bir bir önceden nereye gideceğini belirlemesi gerekiyor. Eğer bu işi benim sebzelerimi suya yatırdığım saatlerde, ve benim bakliyatlarımı suya yatırışımdaki disiplin ile yaptıysa bugün yanlış arabaya binmesi beklenemez. Ama eğer ki bu işi balina görmüş transatlantik yolcusu eblekliği ile yaptıysa aracın boş gelmesini beklerim. Peki ya araçlardan birini takip ettiklerini varsayarsak, ve bu araç benim evime gelen araba ise apartmandaki herkesi işe almaları kaçınılmaz olur.

Bu karmaşık ve endişeli hesaplamaları yaparken bir arabanın yanaştığını duydum. Motordan ''yanaşıyorum'' diye bir inleme geldi. Ucuz bir sesti. 3. sınıf bir seslendirme sanatçısını bağlamışlardı belli ki motora. Hemen tencereye koştum. Mutfak dolabını açıp tencereni soğuk çelik kompakt disk götüyle karşılaştığımda, burada ne işim var diye düşünüp pencereye koştum. Neyseki birbirine benzeyen kelimeler yüzünden böyle ikilemler içinde kalmamıştım hayatım boyunca. Ama artık doktorla randevularım çok daha az gergin geçecekti. Çünkü her muayenenin sonunda bana hep o şeyi söyleyeceğinden korkuyorum. Tek korkum budur. Mükemmel, ihtişamlı, tertemiz, Microsoft Vista kadar uyarıcı, telefon kadar iletişimsel göğüslerimi elleriyle imtihan ettikten sonra:

''Hale hanım, memenizde kist var. birlikte kayalım mı? Haydi, 1, 2, 3? (sesinde tedirgin titrek bir davetkarlıkla)

Çünkü en büyük hayalimdir, bir gün öylesine objektif biri olacağım ki, kendi göğüslerimin üzerinden minik, elektrik bir ruh gibi kayacağım.

Arabadan birisi indi. Yani birisi olduğunu düşündüm, çünkü o açıdan sadece bir tutam beyaz saç ve bir çift omuz görebiliyordum. Dünürümün yalnızca bir tutam beyaz saç ve bir çift omuzdan oluşmadığını umdum bir an, sonra geçti, çünkü hiper uzay asansörüne binip yukarı gelmesi ben diyeyim 2, siz deyin 3 milisaniye sürdü.

Kapı çok eski bilim kurgu filmlerindeki gibi açıldı kendiliğinden. Böyle durumlarda hep gözlerime inanamadığımı düşünmek isterim ama yine sıradan son derece inanılır bir adam duruyordu eşiğin öteki tarafında. Kararlı ve yaramaz gözleri vardı Palpatin'in. Ten renginde solaryumda uyuya kalmış, süreyi geçirmiş, gereksiz esmerlik hemen dikkatimi çekti. Baştan aşşağı tasvir etmek zorunda hissediyordum kendimi. Lacivert kartopundan yapılmış ceketi ve sperm bankası gravatı son derece şık ve uyumlu görünüyordu. Orta parmağında mars taşı büyük milliyetçi bir yüzük vardı ve yalnız gelmişti. Pantolonu ve ayakkabıları o kadar sıradandı ki sanki belinden ayak parmaklarına kadar hiçbirşey giymiyordu.


''Buyur, buyur, hoşgeldin'' dedim alelacele. Çünkü biraz daha bekleseydim, bir vampir şamatası ve yüzünde çok bilmiş bir yan gülümseme ile ''Beni içeri davet etmeyecek misin?'' diyecekti. Emindim çünkü yüzündeki kırışıklıklar hayatının böyle sözlerle geçtiğini anlatıyordu. Buna izin veremezdim, hayırdı, yok anacımdı, benim evimde böyle Amerikan rüyalarına, ''Yan bastım, şimdi sen yürü''lere yer yoktu. Dişlerini göstererek gülümsedi, ''Hoşbulduk, buyurdum.'' diyerek içeri girdi. Dişleri çok muntazamdı. Şu, 30 diş hekiminin 40 ortodontistin katıldığı ücretsiz bienal belediye diş ameliyatları şenliğinde yapıldığı belliydi. Sol köpek dişinde belediye başkanının mini-portresi kazılıydı.

Evim büyüktü, böyle bir adamı ağırlamak tam bana göre bir işti. Salonumda en az 2 kişinin oturacağı kadar koltuk ve koltuklar arasında amfi-tiyatroları solda-kreş bırakacak oha-surround akustiği vardı. Bunu eşcinsel olmayan iç mimarıma borçluydum. Her gün evime gelir ve möblemi tek tek sayar, yerlerindeki doğal değişimi not alır ve feng şui ölçeği ile genel tektiğini yapar ve gider, sağolsun. Salonun kapısına doğru yürüyüp elimi odanın içine sokup ''Buyur geç lütfen'' diye buyur ettim. Daire kapısından salon kapısına gelene kadar 5 defa göğüslerime baktı. Zaten bugün 114 olan rekorumu kırmayı beklemiyordum. Bugün memelerimde bir hüzün, bir isyankarlık vardı.

Koltuklardan birkaç metre uzakta bir saniyelik tereddüt duruşunu müteakiben bir koltuk seçip oturdu. İyi bir seçimdi, çünkü koltukların %75'i duvara bakıyordu. Ne görecekti ki? Ben salonumu, avcumun içi gibi bildiğimden dolayı göğüslerimi onun oturduğu koltuğa en verimli biçimde sunabileceğim koltuklardan birine oturdum. Diğerlerine de sonra otururdum. Çünkü misafirliği boyunca yalnızca tek açıdan görmek zorunda bırakmak neredeyse çin işkencesi olurdu. Oturdum, oturdum ama bu oturuş ''Ne içersin?'' diye sormak içindi sadece. Sonra kalkacaktım nasıl olsa. 2029 yılında başıma gelen olaydan sonra askeri bir ciddiyetle sorarım bu soruyu. Çünkü o yılın 10 ağustos günü, (Hicri takvime göre Cemaziyülâhir ayının 18'i, 1453) evime kalbimin güzelliği ile davet ettiğim bir kadın ''Hiçbirşey içmem, Teşekkürler.'' demişti. Beni tokgözlülüğü ile yerime çivilemişti. Kalkamamıştım koltuktan, öylece kalıvermiştim. Artık kimsenin hayatımı böylesine altüst etmesine izin vermeyeceğime tüm izzet-i ikramlar üzerine and içmiştim.

''Çerkez tavuğu lütfen.'' dedi nazik bir yalvarışla. Kolları ile koltuğun kenarına yaslanmıştı. Kollarını ve dizlerini bir kaldıraç olarak kullanmak suretiyle makatını koltuk yatağından istediği zaman 30 santime kadar zahmetsizce kaldırabilirdi. Beni şüphelendirdiği için sormak zorundaydım.

''Ben gidince osurmayacaksın değil mi?'' bunu söylerken bir yetimhanede olsaydım, tüm çocuklar koşarak kaçar, kim bilir belki o hızla ailelerini bulurlardı. Kaşımı şüphe ile kaldırdığımda dedektiflere ilham veren bir kıvrım oluşur.

''Sen olmadan asla!'' dedi. Bu kadar aptalca bir tepkiye ikna olmak zorundaydım. Çünkü hemen odadan çıkıp çerkez tavuğunu hazırlamaya başlamasaydım orada kalıp hiçbirşey söylemeden öylece yüzüne bakacaktım. Hazırlamaya koyuldum. Brandy'i koydum, biraz çerkez, tavuk vesaire derken....

*ZARIL!*

Salonu mutfağa bağlayan kapıya geldiğimde poposu tekrar koltuğa değmek üzereydi. Yüzünde suçlu, harap ve sıçık bir ifade vardı. İlk önce hiddetlendim, sonra insan hakları bildirgesinin 2. baskısını düşünüp gevşedim ve sevecen bir gülümsemeyle olayı kapatmaya karar verdim. Osuruğunda tropik bir aroma vardı ve bu da onu derhal affetmem için çok geçerli bir sebepti. Mutfağa döndüğümde, mutfak robotum Rukiye'nin içeceği hazırlamış olarak karşılaması beni kendi mutfağımda misafir gibi hissettirdiyse de koşar adımlarla dünürüme döndüm. Gittikçe ona benziyordum, çünkü tam mutfak kapısının eşiğinden geçerken ben de salmıştım eser miktarda gaz. İyice koltuğa yayılmıştı, yaymıştı fışkasını. Bu iyiye işaretti, hemen asıl meseleye geçerdi yemek yerken de gelme sebebinin şahikasında olurduk.

Çerkez Tavuğundan bir yudum alıp önündeki yumurta şeklindeki çok-post-modern zigon sehpanın üzerine koyduktan sonra yüzü ciddileşti. Birkaç gün önce yaşadığı bir olayı hatırlarmışçasına:

''Aklıma birkaç gün önce yaşadığım bir olay geldi. Arkadaşlarla içmeye gitmiştik, 4-5 tekiladan sonra aklıma sen gelmiştin. Şimdi de seni gördüm aklıma 4-5 tekila geldi. Söylemek istedim. Yüz ifadenden ve şu anda bıçakladığın küçük çocuğun acısından anladığım kadarıyla konuya gelmemi bekliyorsun.'' dedi ve çocuğu doğaya bıraktım. Tam bu sırada Bitlis'te tam 400 keklik doğaya bırakılmıştı bence. ''Hale, seninle bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. Çok tehlikeli bir yolculuk, o yüzden sen gelemezsin. Kattiyen gelemezsin!'' derken eli cebine uzandı. Kartopu ceketinin iç cebinden kağıttan bir harita çıkardı. Kağıdı görünce tiz bir çığlık attım, çünkü dünyada A4 kağıda sahip kişilerin sayısı insan elinin parmaklarını geçmiyordu. Arasıra internette görüntüleri yayınlanırdı. A3 kağıtların lafı bile edilmezdi. Kağıt yerine palmiye yaprakları ve ağaç kabukları kullanırdık. Karşımda sindirmem gereken kocaman bir keşif duruyordu. Çünkü bu yalnızca bir kağıt değildi, üzerindeki harita da cabasıydı.

''Bu nedir?'' dedim merakla. O kendine hakim, metanetli Hale gitmiş, yerine şu, sörf tahtalarının altında üç tane köpek balığı yüzgeci bozması çıkıntılar var ya, hah! onlardan gelmişti, öylece koltukta duruyorlardı. Bir süre sonra cevabı duymak için tuvaletten döndüm. Tahta parçalarının üzerine oturmadım tabii, çünkü artık koltuk değiştirme ve göğüslerimi birazda şuracıktan gösterme zamanım gelmişti.

''Bu bir harita. 'Tamam onu anladık da ne haritası?' demeden önce sana ne haritası olduğunu açıklayacağım. Bu gelecek ile geçmişin kesiştiği yerden gelen bir Dünya haritası. Şu işaretleri görüyor musun? Kırmızı çarpı işaretlerini... Bu işaretler 3 kutsal objenin saklı olduğu yerleri gösteriyor.'' dedi hararetle ve hevesle haritanın farklı yerlerini parmaklıyordu.

''Eee?'' diye sordum merakla, eğer o anda Palpatin beni düşündüyse, ''Vay be! Ne karıymış, gözleri faltaşı gibi açıldı'' diye düşünmüştür.

''Kehanete göre, kim ki bu üç objeyi bulup Topkapı Sarayı, Cariye Koğuşunda birleştirirse Tanrı'ya bir sual sorabilir.'' son kelimesini söyledikten sonra ikimizde bir yıldırımla irkildik ve sular kesildi. Susuzlukla birbirimize baktik, orada, o gerginglikle, mevsimi gelmiş hayvanlar gibi sevişebilirdik ama önümüzde çözülmesi gereken bir gizem vardı. ''Ben de seninle geliyorum, ne zaman çıkıyoruz yola?''. dememle ayağa kalktı ve gözlerimin içine baktı, göğsü bir feministinki kadar gergin ve hazırdı. ''Bunu yapmak istediğinden emin misin Hale?'' dedi.


Bölme 2: Hazırlık Devri

Dünürümle yola çıkmadan önce yapmam gereken tüm hazırlıkları yaptım. Yanıma ihtiyacım olmayan herşeyi aldığımdan emin olmalıydım, 5 yığın giysi ve ıvır-zıvır çıktı. Sütyenlerimi bir bavula sığdırmam imkansız gibi görünüyordu, neyse ki komşum Sisi'nin gorili yardımıma koştu. Size yemin ederim, yardıma koşan bir gorilden daha gülünç birşey yoktur. Ben kilere saklandım. Kilerin kapısındaki küçük yuvarlak pencereden olanları izleyecektim. Çok küçük bir kilerdi, neredeyse ayakta duracak yer yoktu. Baldırıma baldo pirinç değiyordu, ve biraz da hoşuma gidiyordu bu. Salona girdi Hasan, kıllı ve güçlü bir gorildi. Mutfak önlüğü giyiyordu, üzerindeki lekelere bakılırsa Muzsakka pişiriyordu. Bavulların etrafında biraz dolaştı. Bir süre ustalıkla yaptığı hesaplardan sonra hepsine bir bir abandı ve fermuarlarını çekti. Şaşırmamak elde değildi, ben 2-3 metre yükseklikte sütyen yığınlarını o bavullara hayatta sığdıramazdım. Bavulların patlamayacağından emin olduktan sonra kilerden çıktım. Hasan tüm gorilliği ve dürüst, varoş gözleriyle bana bakıyordu. Neyle ödüllendirilmek istediğini biliyordum, gözlerini füzelerimden alamıyordu. Birkaç saat boyunca dokunmasına izin verdim, sarkık goril göğüslerinden sonra bunun ona iyi geldiği ortadaydı. Cep telefonu ile ''gizli gizli'' fotoğraflar çekmesini bile görmezden geldim.

Ankara'dan ayrılmadan önce, arkadaşlarımla veda etmeye karar verdim. Yolculuğun ne kadar uzun süreceğini, ne zaman döneceğimi bilmiyordum, o yüzden vedanın tonuna bir türlü karar veremedim. Ateşli, son veda tadında şehit vedası gibi olabilirdi, ''İş gezisine çıkıyorum, çiçeklerimi sulasana'' gibisinden bir veda olabilirdi, ama en uygunu sanırım ''Dünya turuna çıkıcam, ay fenalık geldi.'' tarzında ucu açık çılgın, orta yaş krizi vedasıydı. Kapı kapı dolaştığım arkadaşlarımın hepsi bu fikrimi destekledi. Aşure günlerini kaçırmamak prensibimdir. Hepsine 10'ar kase aşure götürdüm, böylelikle 10 yıl boyunca aşure dağıtmış kadar sevaba girmiş olabilirdim. Evdeki 300 adet fazla kaseden de kurtulmuş oldum aslında.

Parktaki kaydırakların tepesinde, en iyi arkadaşım Sümeyra ile buluşacaktım, ona veda etmek çok zor olacaktı. Çok seviyordum bu kızcağızı, benden 10 yaş küçüktü ama benim kadar olgun ve benim kadar genç bir kadındı. Yüzünde gözlükler olurdu hep. Binbir türlü değişik renkte ve kumaşta eşarbı ve bu eşarpları binbir türlü bağlama tarzı vardı. Çok rahat ve mutlu bir yüzü vardı. Büyük ihtimalle kafasındaki onlarca toplu iğne akapunktur etkisi yapıyordu. Ne zaman buluşursak buluşalım eşarbının rengine uygun meyveli milkshake alırdı. Bugün kiviliydi. Benim karamelli sevdiğimi bildiği için orta boy seçim yapmış bana da getirmişti, sağolsundu. Kaykayların tepesindeki küçük kafesimsi platforma bağdaş kurup karşılıklı oturduk. Akşam saatiydi, bu saatte gangster çocukları kayardı bu parkta. Deri ceketli, çakılı 5-6 yaşında çocuklar arasıra aramızdan geçerek sarı kıvrımlı kaydıraktan kayıyordu. Bizim için sorun değildi, Sümeyra ile ikimiz Ankara'nın mafyası ile içli dışlı olmuştuk. Zamanında az uyuşturucu kaçırmamıştık. O eşarbının arkasındaki topuzda, ben de göğüslerimin arasında ülkeye tonlarca kokain sokmuştuk.

''Demek gidiyorsun?'' dedi milkshake pipetini çiğnerken. Bu en kötü alışkanlığıydı. Kamış gibi basit silindirik mekanizmaya böylesine tecavüz etmesine alışmam yıllarımı aldı. Her ''Çiğneme şunu!'' dediğimde etrafımızdaki insanların meraklı dikkatini toplamaktan bıkmış, usanmıştım artık.

''Çok sıkıldım, evet, gitmem lazım''. dedim, sadece gezmeye gittiğime inandırmak istiyordum ama Sümeyra'yı kandıramayacağımı çok iyi biliyordum. Gözlerini uğrattı. Tahmin ettiğim gibi inanmamıştı, şimdi kesin herşeyi anlatmamla sonuçlanacak bir sekilde konuşmaya girecekti.

''Bak, benden gizleyeceksen gizle, ama BENDEN gizleme.'' derken gözlerimin içine bakıyordu nazar mavisi gözleriyle. Gözleri o kadar maviydi ki, kimi zaman karşısında dev bir nazar boncuğuna dönüşesim geliyordu. Yine sokmuştu beni çıkmaza bu paradokslu cümlesi ile. Sık sık Kuran-ı Kerim okuyan insanlarla yaşadığım bir deneyimdi bu. Anlatmaktan başka şansım yoktu. Yanımda getirdiğim mp9 çalarımın kulaklıklarını kardeş payı yaptık, kulaklık paylaşmanın ne kadar kolay olduğunu farkettim ve kabul ettim. Tek kulağımızda Soner Arıca'dan Vefasız adlı parça diğer kulağımızda sohbet, sabaha kadar anlattım.

Acılarla yüreğimi kanattın
Söz vermiştin ama sen beni aldattın
Tanrı hesap sorsun benimiçin sana
Beni yaktın, yıktın, gittin vefasız

Sümeyra'ya veda ettiğim sabah yola çıkmamıza tam 1 gün vardı. Eve gidip herşeyi tekrar kontrol ettim. Bir eksiğim olmadığından emin olduktan sonra yolculuğun ayrıntılarını konuşmak için Palpatin'in evine gidecektim. Oturduğum binanın bulunduğu caddeden bol bol taksi geçerdi, kaşık kaşık yerdim o taksileri biraz süt olsaydı yanımda çünkü bir türlü gelmek bilmiyorlardı bugün. Yarım saat bekledikten sonra elimi kaldırdım. Elimi kaldırmamın sebebi nihayet gelen taksiye binmek istediğimi göstermekti. Bu işe yeni başlamış bir taksici birkaç metre ilerimde durdu. Usta bir taksici olsa arka kapının tutacağını tam elimin hizasına getirecek şekilde duracağını biliyordum. Çok eskiden bir taksici anlatmıştı. Normal bir adamdı. Taksiye binmemle ''651!'' diye bağırması bir oldu, yüzü ve bıyıkları gülüyordu. Söylediğine göre taksiciler bütün gün araba sürmekten sıkıldığı için (özellikle de debriyaj pedalı kaldırıldığından beri.) kendi kendilerine böyle oyunlar oynarlarmış. Üst üste kaç kere tam müşterinin önünde durabilirse o kadar puan alırlarmış. O adam o gün benimle birlikte 651 inci müşterisinin önünde mükemmel bir duruş yapmış. Yol boyunca, bana frene basmanın sanat olduğundan, ancak seçilmiş kişilerin bunu böyle iyi yapabileceğinden ve bir keresinde binadan atlayan bir müşterisini taksinin arka koltuğu ile yakalayıp cenazesine kadar (12 den sonra olmasına rağmen) gündüz tarifesi açıp götürüşünden bahsetti.

Taksiye binip dikiz aynasından beni istediğim yere götürecek adamı inceledim. Beni istediğim yere götürecek her adamı adamakıllı incelerim. Pembe, cazgır yanakları vardı. Utangaç yanaklar değildi, sağlıklı yanaklardı. Gözleri birbirine çok yakındı. Bu da derinlik algısını sakatlıyordu büyük ihtimalle . Tam önümde duramamasının sebebi bu olmalıydı. Sımsıcak bir gülümsemeyle ''Srazburg Caddesi'' dedim. Bazen faşist türk dili uzmanı bir taksicinin ''Eee, ne olmuş Strazburg caddesine? Cümle bitirmeyi bilmiyor musun?'' diye sormasından korkuyorum. Aynı şekilde böyle bir minibüs şöförünün ''Ne olacak müsait bir yerde?'' diye beni iki mars bir ters etmesi korkular listemdedir. Neyseki bu mülaim, yeni yetme genç dikiz aynasını göğüslerime hizalamaya bile çekindi. Belki de geydi, ay nerden bilebilirdim?

''Kızılay Binası''nın önünde yine protestocular vardı. Pankartlarında soru işaretleri vardı. Memeketin bütün sorunları çözüldüğünden beri mecliste bile sadece bu bina konuşuluyordu. 170 yıldır Kızılay'ın ortasında duran bu binanın ne için kullanılacağına hala karar verilememişti. Şekerleme dükkanı, Hiper-genelev, Meteoroloji merkezi, Allah'ın Sopası ihtimaller arasındaydı. Sanırım protestocular arasında küçüklüğümden beri tanıdığım tutucu Yeşilay'cı arkadaşım Duman bile vardı. Türkiye'de yüzbinlerce sigara kullanıcısının ölümünden sorumlu bir Yeşilay topluluğunun elebaşlarındandı. 20 yıl önce anketör kılığında sigara içenleri tespit edip hepsini bir ambara toplamışlardı, o akından sigara içmeyenler ve kronik yalancılar kurtulmuştu. Zavallıların saçlarını ateşe verip ayaklarını emerek öldürmüşler. 15 yıl hapiste yattıktan sonra iyi halden ve sigaraya başladığından dolayı saldılar.

Parayı şöför gence bir kraliçe edasıyla uzattım. Taksiciye parayı varış noktasına bir 10 saniye kala uzatmak çok keyiflidir işte. Direksiyonu bırakamaz, ama omzunun dibinde çok istediği, o çok sevdiği, arzuladığı banknot arabanın sallantısıyla titreyip, göz kırpar. Ama daha alamaz, işte o an aklında üç şey vardır: Arabayı sürmek, parayı elde etmek ve tuhafiyelerdeki renk renk makaralar. Eminim taksicilerin en sevmediği şey para üstü vermektir. Sıkışık trafiği geç, işi bilmeyen şöförü geç, para üstü... Eğer taksimetredeki para miktarı ile verdiğim para miktarı arasındaki fark azami 1ytl ise, o parayı ancak ve ancak koltuktan kalkmayarak protesto edersem alabilirim. Eh, tabii benim verdiğim para az ise kapıları kilitleyip yeşil bir kostüm ile yoga yapan şöförlere de rastladım.

''Hayırlı işler'' dedim. Arabadan inip Palpatin'in evine doğru yürüdüm. Giydiğim bol eteklik tiril tirildi, çok yavşak ve özgür bir kadındım, hayatımı değiştirmeye hazırdım. Saçlarım çıtır rüzgarda savruluyor, ahenkle dans ediyordu. Apartmanın zil setine yaklaştım. Palpatin'in adını buldum ve hafifçe üzerine üfledim. Toz tabakası kalktı ve zil çaldı. İsminin yanında küçük bir Mickey Mouse etiketi vardı. Mahallenin çocuklarının ve işe girmeyi reddettigi Disney'in işbirliğinden doğan bir şaka olmalıydı bu.

Bölme 3: Kaledron Düğün


Dünürümü tekrar görmeden önce yapmam gereken tüm hazırlıkları yaptım. Vücudumu derleyip toparladım, asansörde ayna yoktu, olsa da 2 milisaniyede görünüşümü kolaçan edemezdim. Kapı açıldı, kimse yoktu beni karşılayacak, kapıdan görünen birkaç yarım mobilya ve ayna dışında. Kapı açıldığı gibi kendimi görünce aynada, muzurca apartman boşluğunu işaret ederek ''Hoşgeldin, buyur geç.'' dedim kendime. Ama aynada göründüğü üzere ben, kendimi ilk defa geldiğim bir eve davet ediyordum. İsterik bir kıkırdama belirtilerini gösterince ağzımı kapatıp (utangaçları oynayan bir geyşa gibi) kendimi sakinleştirdim.

Evde kimse yoktu, salonda bilgisayar monitörü vardı, ekran koruyucusunda birşeyler yazıyordu. Bana not bırakmak için bilgisayarını salona taşımasını çok tatlı bir jest buldum. Yaklaştım:

''TREN İSTA
SYONUNDAYIM
BENİ BEKLE!
İNT
İHAR
ETME!''

Yazı çok hızlı aktığı için 7 kez ekrandan kaydıktan sonra ancak tümünü okuyabildim. Neden intihar edeceğimi düşündüğünü anlamamıştım, son derece sağlıklı, formunun zirvesinde, menepoz aşısı tastamam bir kancıktım. Salonda bir koltuğa oturup mevcut mecmualara göz atmaya başladım. Vajina adlı bir dergi dikkatimi çekti, içerisinde erotik resimler vardı, tam orta sayfada pornografik olduğunu tahmin ettiğim bir fotoğraf vardı. Göğüsleri benimki kadar ihtişamlı olmasa da ortalama hoşlukta bir kadın bacaklarını derginin ortasına açıvermişti. Talihsizlik bu ki, vajinası, kalın ve sıkı derginin tam ortasına denk geldiği içi ne kadar gerersem gereyim görünmüyordu. Vajinalar genelde ilgimi çekmez ama bir derginin tam ortasına gizlenmiş bu şeyin uyandırdığı genital merak beni çıldırtabilirdi. Çekiştirdim durdum, elimle bastırdım, hatta dergiyi koltuğa yatırıp elimle kadının vajinasının olduğu bölgeye kalp masajı bile yaptım ama görünmüyordu, neyseydi.

Sıkıntıya ve dergilere iyice dalmıştım ki, ensemde birinin nefesini hissettim. Yani birisi olduğunu düşündüm çünkü o korkunç ana kadar sadece nefesini hissediyorum. Arkamdaki kişinin sadece nefesten birisi olmadığını umdum, ama sonra geçti çünkü teflon koltuğun üzerine metal tırnaklarını sürterek dolandı ve karşımda ayakta durdu. Bu tüm iğrençliklerin en karanlık, en vahim ve en kokuşmuş halini gördüğümde gördüğümde nefesimi öyle hızlı içime çektim ki kaburgalarımın arasından birkaç ciğer baloncuğu pörtledi. Simsiyah bir buçuk metre boyunda VHS kaset teyplerinden bir adam duruyordu karşımda. Eğer korkudan ödümü zorluyor olmasaydım, bu yaratığı parlak ve karizmatik diye tanımlardım. Gözleri parlak yeşildi yanıp sönüyordu. Bakışları yoktu, boş ışıklar gibiydi gözleri. Bir süre korkuyla olmayan yüzüne baktım. O da bana bakıyordu, ama şu anda medeni bir iletişimin başlamasını beklemiyordum.

''Oldu da bitti maşallah'' dedi durup dururken, sesi çok garipti. Sanki bir kişinin sesi değildi, onlarca insanın bağırışı gibiydi. Tekrarladı sonra aynı şeyi:
''Oldu da bitti maşşallah''
''Oldu da bitti maşaallah''
''Oldu da bitti maaşallah''
Her seferinde daha canla başla, daha bir coşkuyla söylüyordu. Her seferinde ben kendimi daha kötü hissediyordum, aklımı yitiriyor gibiydim. Kalbim hızla çarpıyordu. Sanki depresyona doğru ekspres trene binmiştim ve son durak depresyondu. Tam kendimi kaybetmek üzereydim ki, içeri gülümseyerek Palpatin girdi. Elindeki kumandanın bir düğmesine bastı ve teyp-adam yokoldu.

''Sakin ol, al bunu ye, iyi gelir.'' dedi ve yan gülümsemesiyle nazikçe elime bir dilim tereyağlı kek tutuşturdu. Çok kırılgan hissediyordum, hemen dediğini yaptım, çabucak kendime geldim.

''Ne yaptın bana?'' dedim sakince, halbuki tecavüz sonrası daha yırtıcı ve tehlikeli olurum. Nitekim bu bir tecavüz değildi ve dünürüme dünümle, bugünümle güveniyordum.

''Öncelikle af diliyorum senden. Ama bu yaptığım şey görevimiz için önemli bir adımdı. Kullandığım aletin adı: Freud 2050. İnsanı küçükken yaşadığı en travmatik olayın en kaka haliyle yüzleştiriyor ve bilinç altından siliyor. Yolculuğumuz boyunca neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Bu bir önlem, bilinçaltı korkularımızın olmayacak yerlerde hortlamasını istemiyoruz değil mi? Yoksa bir boka benzemez yani.''

''Kardeşimin sünnet düğünü kasedi, küçükken gelen misafirlerle tekrar tekrar izlemiştik.'' söylerken fark ettim, kardeşimin ''pipisini'' kesilirken görmek beni çok derinden etkilemişti, sonra insanların kahkahaları, haykırışları... Neydi ki?

''Evet. Şimdi kendini daha iyi hissediyor musun?'' derken işini bitirmiş iyi niyetli bir tecavüzcüye benziyordu.

''Evet ama seninki neydi?'' dedim merakımı belli ederek, kolay kurtulamazdı.

''Hı? Ne neydi?'' dedi, geçiştirmeye çalışıyordu ama sorularla olmazdı bu iş.

''Senin karşına çıkan şey.''

''Sonra söylerim, şimdi dinlenmen gerek.'' dedi ve bilgisayarını saçından sürükleyerek odadan çıktı.

Bölme 4: Interstate 60


Dünürüm beni uyandırmadan önce yapmam gereken tüm hazırlıkları yaptım. Birbirine paralel birkaç rüyam vardı, onları velveleye getirip bitirdim, sonuncusunda lokum hastası bir komünisttim, ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım vitrindeki lokum kutusuna ulaşamıyordum. Dükkan vitrinlerini kırdım ama lokumcunun vitrini urban geçirmezdi, şehrin bana sunduğu atılabilir, savrulabilir herşeyi denedim ama olmadı. Artık uyanmaya hazırdım, uyandırılmak üzere olduğumu hissedebiliyordum. Kendim kalkmayacaktım, gözlerimi araladım. Tam karşımda metalik gri kumaş pantona sarılmış iki bacak duruyordu. Palpatin'in gövdesini ve kafasını kaybetmemiş olduğunu biliyordum, aklım tamamladı dünürümü. Sonra elini omzumda hissettim.

''Hale, Ha...'' derken sözünü kestim. Uyuyan birisi için söz kesmek hatırısayılır bir çevikliktir çünkü.

''Tamam, tamam uyandım.'' dedim ve doğruldum. Biraz önce yattığım yere baktığımda gözlerime inanamadım. Vajina dergisinin orta sayfası açıkken üzerinde uyuya kalmıştım, genital merakım yerini, durağan bir hayalkırıklığına bırakmıştı, belki de çok şey beklemiştim. Hava daha aydınlanmamıştı, mahmur gözlerle saat aradım, koltuğun yanındaki küçük komidinin üzerinde 0 4 0 0 rakamları duruyordu dağınıkça. Saatin tasarımı hoşuma gitti, Ikea'ya gittiğimde ben de evime bir tane almalıydım. Ama ne eviydi, önümde uzun ve belirsiz bir yolculuk vardı. Ne kadar kararlı olsam da ne olacağını kestiremiyordum. Umarım Palpatin bana daha fazla oyun hazırlamamıştır diye düşündüm.

Kendimi tekrar zinde hissedene kadar birkaç reçelli akıtma ve 2 bardak taze sıkma oranj suyu içmem gerekti. Sabah 8.15 treniyle İstanbul'a yola çıkacaktık. Palpatin gece bavullarımı ucuz bir evden eve nakliyat şirketiyle getirtmişti. 2 bavul, bir sırt çantası için biraz bonkörceydi ama yine de bana yapılan her türlü jeste varımdı. Birkaç saat daha vardı, yolculuğa çıkmadan önce. Palpatin'in planları ile ayrıntılı bilgi almak için iyi bir fırsattı.

''İstanbul'da ne yapacağız?'' dedim, İstanbul'da yapacak o kadar çok şey vardı ki, ufkumu daraltmasını istedim.

''Çatladıkapı civarlarında bir dostum yaşıyor. Tüm hayatı boyunca, peşine düştüğümüz objeleri araştırdı. Bu uğurda kollarını ve bacaklarını kaybetti. Kolları ver bacakları yok ama O dünya çapında bir elmas kesim ustasıdır. Kendine ait tam 25 özel elmas kesimi vardır. Hepsi de patentli. Melinda Gates'in parmağında bile onun tasarladığı yüzük vardı, bir mavi ekran cinnetinde kendini ve tüm ailesini öldürmeden önce. Sen sorma ben söyleyeyim, Melinda, Bill Gates'in müstakbel eşiydi. Trilyoner adam Melinda'ya evlenme teklif ederken o eşi benzeri bulunmayan yüzüğü takmıştı. Tabii sonra çok çekti kadın.'' dedi, söylediklerinde bir ezberlenmişlik vardı.

''Arkadaşının adı nedir?''

''Selahattin ama adının önemi yok. Bize vereceği direktif ile ilk nereye gideceğimize karar vereceğiz. Ne yapıp edip objeleri sırasıyla bulmamız gerekiyor, yoksa bazı şeyler ters gidebilir.'' dedi endişeli ve düşünceliydi.

Tren istasyonu çok yakındı, 5 adımdı. Trenin gelmesini beklerken konforlu görünen ama oturunca işkence olan banklardan birine oturduk. Kuşlar ötüyordu istasyon çevresinde, güneş yeni yeni doğmuştu, büfeci büfesini açıyordu elleriyle. Tehlikeli bir maceraya başlamak için harika bir gündü. Her güzel şeyin sonu gelirdi tabii. Elinde buruşmuş, deforme olmuş bir bebekle orta yaşlı, dişi bir dilenci yaklaştı. Çocuğunun çok hasta olduğunu, bu meselenin ancak para ile çözülebileceğini söylüyordu. Böyle insanları görünce aklıma etraflarındaki kırılgan yaratıkları rehin alan hırsızlar ve kötü adamlar gelir. ''Parayı ver, yoksa çocuk ölür!'' gibi birşeydi aslında bu dilencinin anlatmaya çalıştığı, yalnızca bebenin kafasına dayayabileceği bir tabancası yoktu. Görmezden gelmedim. İki elimi yana açıp dudaklarımı yukarıya doğru büktüm ve tebeşirle yere bir sek sek düzeneği çizdim. Belki dilenci sek sek oynamaya dalar, hatta işsiz mühendis arkadaşlarını çağırır birliktece seker beni unuturlardı. Ama kadın emeğime bükük bir boyunla bakıp yalvarmaya devam etti. Neyse ki daha sessiz tren icat edilmemişti. Kadının inleyişli yakarışlarını bastıran bir gürültüyle tren istasyonda durdu. Bu bizim trenimiz değildi, karşı perona gelişinden hemen anlamıştım. Palpatin'i birkaç el sekseğe davet ettim, kabul etti. Birlikte dilenciye küçük bir ''Hayat güzeldir!'' gösterisinden sonra terli ve eğlenmiş bir biçimde yerimize oturduk. Birkaç dakika geçti ki, biyonik hoparlörlerden dumanlı, keyifli bir ses geldi:

''Ankara'dan İstanbul'a gitmek isteyenler! Treniniz geliyor. Sarı çizgiyi geçenlerin başına gelenleri duymuşsunuzdur. O yüzden biraz daha dikkatli... hadi. ''

Tren başa çıkılmaz aerodinamik bir kısrak gibi durdu peronda. Trenin içindeki tüm gerginliği serbest bırakır gibi ''tıss!'' dedi kapılar. Kapılar açılınca içerdeki tüm kavgalar bitmişti, tüm küskünlükler son bulmuştu. Uzun uzadıya bindik trene. Palpatin'le, kompartmanımızı bulup yerleşmemiz trenin kalkmasıyla bir oldu, hatta tam koltuğa otururken Tren hareket etti ve düşündüğümden daha hızlı oturmak zorunda kaldım. Yanımda oturan obez gencin etini bile sıkıştırmış olabilirim o hızla. Yüzüne özür ile baktığımda o gülümsedi, obezite onu mutlu birisi yapmıştı. Kompartmanda ben, Palpatin ve obez genç dışında uyuyan güzel bir kız ve pişman görünen bir çiftçi vardı. Palpatin pencere kenarında tam karşımda oturuyordu, ellerini bacaklarının arasına sokup kafasını yan yatırmıştı. Dün hiç uyumamıştı sanırım, kendisini şımartmasına izin verdim. Çiftçinin kaşları hala ortadan baş parmakla çekilmiş gibi ümitsiz görünüyordu. Kendimi çok uyanık ve sıkkın hissettiğim için yanımdaki obez genç ile iletişmeye karar verdim, hem ismini öğrenir onu obez genç diye anmayı bırakırdım. Bir iki kez yüzüne bakıp sindirmek için kafamı çevirdim, oldukça büyük bir yüzü vardı, bir seferde alamamıştım. Yan gözüyle ona baktığımı görmesi için gözlerimi ardına kadar açtım. Kafasını bana çevirdiğinde tekrar kıstım, korkutmak istemiyordum. Gülümseştik, ondan oldukça yaşlıydım. O yüzden ilk sözü ben söylemeliydim. Üstelik aramızdaki görsel şahanelik farkı benim lütfedip konuşmamı gerektiriyordu. İlk o başlasaydı çok ezik ve umutsuz görünürdü. Çiftçinin moralini daha fazla bozamazdım. Ama kalakalmıştım. Konuşmaya nasıl başlasam bilemedim. Ağzımı farklı kelimeleri sesletmek üzere şekilden şekile soktum ama bir türlü konuşamıyordum. Konuşmaya başlamadan önce çiftçi kafasını iki yana salladı kendi çapında. En sonunda ''Adın ne senin bakayım?'' diyebildim ama olmamıştı. Çok itmiştim çocuğu, yirmili yaşlarındaydı, 10 yaşındaki bir çocuğa kendini takdim edecek kadar saygı duymayan pis yetişkinler gibi olmuştum. O da bana gülümseyerek baktı ama birşey söylemedi, yalnış birşey yaptığımı serinkanlılıkla susarak gösteriyordu. Ama ben yılmadım. ''Mesela, benimki Hale'' dedim. Daha kötüye gidiyordu sanırım. Bunu yaparken utandım ama sonunda kendimi gösterip, ''Hale'' sonra onu gösterip kendi adını söylemesini bekledim. Birkaç kez elim ikimiz arasında gittikten sonra yıldım. Dilini bilmediği yerlilerin adını öğrenmeye çalışan safarici bilimadamları filmlerde daha başarılı oluyorlardı. Eliyle ağzını ve kulağını gösterip ''hayır'' olduğunu tahmin ettiğim bir hareketle kendi dilinde cümlesini tamamladı. Biraz daha uzatırsam, bu insanın sağır, dilsiz, obez gençten daha karmaşık birşeye dönüşeceğini bildiğim için gülümseyip çantamı karıştırmaya başladım. El yordamı ile kitabımı ararken kafamı kaldırdım. Çiftçinin yüz ifadesi aniden anlam kazandı. Kim bilir sağır, dilsiz, obez çocuğa boşu boşuna neler neler anlatmıştı.

Yanımda 50 tane kitap getirmiştim. Hepsini bir e-kitap hard-diskine sığdırmak zor oldu. Dosyaları birbirine çok yakın koymak zorunda kalmıştım. Rastgele tuşuna bastım ve karşıma en sevdiğim kitabın kapağı çıktı. Terry McMillan'ın ''How Stella got her groove back'' adlı kitabı. 40 lı yaşlarımda başucu kitabımdı ama şimdilerde Ömer Seyfettin'in ''Diyet'' hikayesini sık sık okurum. Bir kitabı birden fazla kez okumak süper entellektüel birşeydir bence.

Kitabı biraz okuduktan sonra pencereden dışarı bakmaya başladım, çiftçi de acıya dayanamamış uyumuştu. Uyuyan güzelimiz uyanmış bir sandviç kemiriyordu. Kız benim gençliğime hiç benzemiyordu, halbuki iyi olurdu, gençliğimi hatırlardım. Yine de hatırlardım, beni kim tutuyordu. Hiç işim gücüm yoktu.

Genç kızken şimdi olduğum kadar sakin değildim, çok güzeldim. Aklıma ne gelirse pat diye söylerdim. Bir keresinde bir kampa gitmiştim, karışık bir kamptı, kızlı erkekli aynı odalarda ama farklı yataklarda yatıyorduk. Yeterince karışık değildi doğrusu. Ece ve Gülben adında iki arkadaşım vardı, sonraları onlarla hayatımızı çalıp yazdığı için İpek Ongun'a 1 milyon dolarlık tazminat davası açmıştık ama mendebur Hakim yalanlarımıza inanmamıştı. Gençtik, çıldındık, ne yapalımdık. Bu kampta genç bir çocukla tanışmıştım. Gençlik kampında yaşlı bir iş adamıyla tanışamazdım nedense. Adı Berk'ti. Uzun zengin sarısı saçları, su şişesi kapağı mavisi gözleri vardı. Çok çekingendi, ama uzaktan beni gözleriyle soymasını çok iyi bilirdi. Akşam kamp ateşi yanarken arkasına gidip gözlerini kapattım. ''Bil bakalım kimim ben?'' dedim. Bunları günlüğümden okuduğum kadarıyla biliyorum çünkü kampın son günü kafama yattığım ranzanın üst katı düşmüştü ve kamp ile ilgili tüm anılarımı yitirmiştim. Hafıza kaybının ne kadar kötü olduğunu işte o anda anladım. Çünkü ilk çocuğum tanımadığım bir adamdandı. Yanımda oturan gence olanları anlatabilseydim, belki onu aynı ranzanın üst katına yatmaya ikna edebilirdim. Belki hafızam yerine gelirdi. Berk'e bir daha ulaşamadım. Onun yok olmuş anısına kızımın adını Berk koydum ve 3 ayı dolmadan aldırdım. Hatta deneyimlerimle ilgili yazdığım kitap San Fransisco çapında 3 milyon satmıştı, hala o parayla geçiniyordum. Sık sık yaptığım gibi zihnimin keskin delhizlerinde Berk'i aradım.

Düşüncelere iyiden iyiye dalmıştım, düşünsel saatim su geçirmeye başlamıştı ki, tren mola yerine yanaştı ve gömleğimin üst düğmesini açtı. Bolu'daki mola yeri evrenin en ışıklı ve en büyük dinlenme tesisleriydi. Tam 6700 çalışanı, 2000 tabldot tepsisi ve 3460 parça çatal bıçak seti vardı. Işıkları geceyi meclis koltuklarını delen hançer gibi deliyordu. Kırmızısından, ultra-violesine her türlü ışık vardı burada. Işıkların bir kısmını insan gözü göremiyordu bile, inter-galaktik yolcular için tasarlanmıştı. Çok uzun süre kaldıkları için çalışanların her daim güneş kremi sürmesi zorunluydu. Ne yazık ki gündüzdü, ve ışıkların hiçbiri yanmıyordu. Olsundu, ben gece nasıl göründüğünü kafamda canlandırmıştım. Tesislerin en gözde mekanı olan Yalnızlar Rıhtımı'na oturduk Palpatin'le. Ben ayçöreği yedim o da sümüklü böcek. Sümüklü böceğinin tadına baktım ama o benim ayçöreğimin tadına bakmadı, çok yağlıymış. ''Hıh!''dı. Yemesindi. Yemeğimizi feriştah ile yerken İstanbul'u ne kadar sevdiğimizden ve İstanbul'dan ne kadar nefret ettiğimizden konuştuk.

Burada her cinsten, türden garson, hademe, tesisatçı ve matador bulunuyordu. Tüm telefonların doğduğu yer olduğuna inandığım ''BORSA'' denen yer gibi telaşlı ve hareketli bir yerdi. Duyduğuma göre her akşam borsa kapandıktan, el ayak çekildikten, ışıklar kapatıldıktan sonra tüm telefonlar canlanıp ''sabahlar olmasın'' diye parti yapıyormuş. Burası da öyleydi, cin-insan melezi çocuklar parkta top oynuyordu. İnsan çocuklarını iteliyorlardı. Sinirli bir bakış attım ama oralı bile olmadılar. Antenleri olan kahverengi, titiz görünüşlü bir kız tabaklarımızı aldı ve içecek birşey isteyip istemediğimizi sordu. Biz de istediğimizi söyledik. 60 santim çapındaki gözlerini sitemle kırparak ''Ne isterdiniz?'' dedi. İkimiz de domates suyunda karar kıldık. Palpatin'in içtikten sonra ''Midem ekşidi'' diye şikayet etmemesi için domates suyuna gizlice Talcid attım. Talcid ve Viagra'nın bir erkeğin gururunu nasıl ikiye kırdığının farkındaydım. Düşünceliliğim karşısında sevindirik oldum. Kendimi ödüllendirmek için bir tane daha Talcid'i Palpatin'in yayvan bardağına sinsice düşürdüm.

Yürüyen gezinti yolunda birazcık alışveriş merkezini gezdik. Şişirilebilir pandikli kolluklardan tut, Faust'un ruhuna kadar herşey satılıyordu. Biz daha mütevazı olup, içinde Bolu'lu perilerin hapsolduğu anı anahtarlıklarından aldık, bir örnekti. Biri birinden güzeldi anahtarlıklarımız. Eski anahtarlığımı çıkarmaya niyetlendim ama halkası çok sağlamdı. Palpatin de beceremeyince yapabilecek birini bulmak için arandım. Kancalı elleri olan bir adama gözüm ilişti.

''Acaba şuradakine sorsak ırkçılık olur mu dersin? Sonuçta kötü birşey değil ama bilemedim şimdi.'' diye sordum Palpatin'e, ırkçılıktan anlar bir hali vardı.

''Yok canım, eminim o da bizim yumuşak, nemli ellerimize ihtiyaç duysa rahatsız olmazdık.'' dedi. Kendini onaylamak için kafasını hoyratça sallıyordu. Ona güvenip karıncamsı adama yaklaştım.

''Afedersiniz, anahtarlığım anahtarlarımı rehin aldı. Lütfen yardımcı olur musunuz?'' dedim çocuğunu kaybetmiş bir anne telaşıyla. Dramatikleştirirsem, onu sadece elleri için sevdiğimi düşünmeyeceğini varsayıyordum. Adam anahtarlığı alıp bir çırpıda yapamadığımızı yaptı ve gülümseyerek bana uzattı. Ellerimiz temas ettiğinde tüylerim diken diken oldu. Adam anahtarları sıkıca tutuyordu. Anahtarlara baktım, sonra yüzüne... Yüzü değişmişti, transa geçmiş gibi gergindi. Uzaklara bakıyordu.

''KARANLIK BASTIĞINDA
AFRİKA'DA PİGMELER DANS ETTİĞİNDE
GÜLLÜ ATEŞLER ERMENİ TİYATROSUNU SARACAK
DENİZİN KAYASI, KAHPELİĞE ÇARE OLACAK.'' diye bağırdı, gür bir sesle. Alışveriş yapmaya çalışan kordonu kesilmemiş bebekler annelerinin rahminde ağlamaya başladı. Herkes bize bakıyordu. Göğüslerim sayesinde böyle durumlara alışkındım.

Yüzü tekrar sakinleşti ve anahtarı serbest bıraktı. ''İyi günler'' dedi ve uzaklaştı. Ne demek istediğini anlamamıştık. Palpatin bana ben Palpatine bakıyordum. Öküz ve Trenden çok daha zekiydik ama o anda söylediklerine bir anlam verememiştik. Herhalde delidir, ne yapsa yeridir diyip, trenin kalkma saatinin geldiğini söyleyen ses kaydının sözünü dinledik.

Yolculuğun geri kalanı çiftçinin futbol dırdırını dinlemekle geçti, susması için tuvalette oral seks yapmak zorunda kaldım. Cinselliğiyle barışık bir kadındım, severdim de döverdim de. Ama sağır gence özenmiştim doğrusu. Çünkü sonra Uyuyan Güzel de 1 saat boyunca telefonda erkek arkadaşıyla doğum günü hediyesinin kavgasını yaptı. Neymiş, bir kıza tıraş bıçağı alınır mıymış, ne demek istiyormuşmuş. Yolculuğun ikinci yarısı stresliydi ama trenin kapıları ''tıss!'' edince rahatlardım ne de olsa.

Öğlene doğru takırtıyla İstanbul Sabiha Gökçen havalimanına indik, ne de olsa Dünya'nın ilk kadın savaş pilotuydu Sabiha Gökçen ve ben de onun gibi savaşmaya hazırdım. Terörist var mı diye etrafı kolaçan ettikten sonra trenden indik. Nemelazımdı, tırnak makasıyla bile uçak kaçırılıyordu artıkın. Koltuklar pek rahattı, o yüzden zırnık yorgun değildim. İstanbul'u çok iyi bildiğim için Palpatin'in zırvasını dinlemeden kendi güzergahımdan, kendi taşıma tercihlerimle ikimizi Çatladıkapı'ya ulaştırdım.

Bölme 5: De Beers


Dünürümle Selahattin Usta'yı görmeye gitmeden önce yapmamız gereken tüm hazırlıkları yaptık. İstanbul'un nemli sıcağı yine ensemizi ıslatıyordu. Saçımı topuz yaptım ve kendimizi bir pansiyona attık, klima yoktu ama serindi. Bu keskin, hoş esintinin nereden geldiğini anlamak için resepsiyon'a dayanıp etrafa baktım. Merdiven boşluğunun altında 5-10 çingene toplanmıştı. Önlerinde kalıp kalıp buz vardı. Ağızlarına buz atıp lobiye üflüyorlardı. Çok şenlerdi. Bu halleri
özel günlerde gitarları ile gösteri yapan mariachi gruplarını andırıyordu. Meksikalı bir arkadaşım, kızı 15 yaşına bastığında bu gruplardan birini getirtmişti. Onlarda adetmiş. Genç kızlar 15 yaşına geldiğinde böyle kutlamalar yaparlarımış. Arkadaşım o akşam zil zurna sarhoş olup yediği takoların hepsini müzisyenlerden birinin şapkasına çıkarıvermişti. Neyse ki adamlar eğlenceli tiplerdi, gülüp geçtiler kusmuğa. Ben ise 15 yaşımda 3M Migros'ta çalışmaya başlamıştım.

Havalı, açık seçik resepsiyonistten anahtarlarımızı alıp odalarımıza çıktık. 70 numaralı oda Palpatin'in di, Benimkisi ise 72 numaraydı. Konaklayarak sandöviçlediğimiz 71 numaranın sakinini merak ettim, hafifçe eğilmiş anahtar ile kapımı açarken. Yarım saat içinde lobi'de buluşacaktık, çingenelerin ağzındaki buzları düşünerek soğuk bir duş almaya karar verdim. Odanın büyüklüğü fena değildi, ama İstanbul'daki tüm küçük pansiyonlarda olduğu gibi dekorasyon anlayışı anneannemin ''kitsch''iydi. Banyoda duşakabin yoktu. Ama o halimle, suyun banyonun heryerine sıçraması umrumda bile değildi. Köpüklü bir şelalenin altında siyah uzun saçlarını okşayarak yıkanan, Orta Asya'nın yaylalarından şehvetli bir kadın gibi kendimi yıkamaya başladım. Tanımadığım bir yerde gözlerim kapalı yıkanamazdım. O yüzden göz yakmayan şampuanlardan almıştım yanıma. Göz yakmayan şampuan lüksünü sadece çocuklara layık görmeyen bir şampuan üreticisi vardı artık. Paklığımı aynada öptüm ve Fats Domino'nun ''I'm walking'' adlı parçasını dinlerken dişlerimi beyaza doğru fırçaladım. Çırılçıplak vücudumu kuruladıktan sonra ne giyeceğime karar vermek için eşyalarıma baktım. Selahattin Usta'ya giderken yanımda hiç elmas bulundurmamaya ekstra özen gösterdim. Çünkü elmas atölyeleri elmaslar için çok tehlikeli yerlerdir. Kırmızı uzun kollu ipek gömleğimi ve payetli siyah etekliğimi giydim. Aynada kendimi görüp köşesine imzamı attım. Kapımı kilitleyip aşşağıya indim. Palpatin daha gelmemişti. Daha zamanı vardı, oturup beklemeye karar verdim. Lobi'deki klima çingeneleri dağılmıştı. Resepsiyonist kız tam ondan beklediğim gibi tırnağını törpülüyor, üfleyip püflüyordu. Parmaklarındaki tırnak enkazı uçsun diye üflüyor, sıkıntısını anlatmak için püflüyordu. Pencere'nin kenarında kukuletalı bir adam pipo içiyordu, hiç de gizemli değildi doğrusu.


Kürk ile beslenen, soba boyası giyimli, su tabancası fetişisti uzaylı travestiler tarafından kaçırılmadıysa Palpatin'in şimdiye merdivenlerden inmiş olması gerekiyordu. Bacak bacak üstüne atıp üstte kalan bacağımı diz altından sallamaya başladım. Gerçekten uzaylılar kaçırdıysa şimdiye kadar en az 35 ışık dakikası uzakta olurlardı. Einstein'a sadıktım, ışıktan daha hızlı birşey yoktu bana fikrimi sorsalardı. Ama son günlerde herşey teoriydi. Teoriler de masa kenarına doğru yürümüş narin un kurabiyeleri gibi kırılmaya mahkümdü. Bekleyişimi ödüllendirmeyen, eğlencesiz adımlarla aşşağıya indi Palpatin.

Rezalet çıkarmayarak ayağa kalktım ve birlikte Selahattin Usta'nın atelyesine doğru yollandık. Yokuşlu arnavut sokaklardan geçerken ellerimiz arasıra birbirine çarpıyordu. Düzgün yürümeye odaklanmış aklımız ve felçli vinç topuzu kollarımız, ihmal edilmiş gövdelerimizle elmas mabedine doğru spastik adımlarla ilerledik. Buradaki kadınların hepsinin adı Hüsniye, tüm erkeklerin adı Hüseyin'di. Alamet kalçaları için bile büyük minderlerin üzerine oturmuş çekirdek çitliyordu herkes. ''Seneye de oturursun!'' ideolojisi ile dikilmişti minderler. Kim bilir arnavut kaldırımlar bu sonu gelmeyen ton ton çekirdek tüketiminin sivilceleriydi. Birkaç erkek yol boyunca ingiliz anahtarlarını yere bırakıp alnını sildi ve müzik klibi, şampuan reklamı karışımı bir neşeyle göğsümde beslediğim dağları süzdü.

10 dakikalık zahmetli ve belediyeyi üzmesi gereken bir yürüyüşten sonra Selahattin'in harabesine varmıştık. Bu mimari fiyaskoya, güllü dallı gladyatörler gibi meydan okumalıydım. Belki o zaman üniversiteye alırlardı beni. Ama Palpatin bina bozmasının kapısından girmedi. Binanın yanında küçük bir geçiş vardı. O kadar dar bir geçitti ki başıboş yarı-nemli sümükler gibi duvara sürüne sürüne geçmemiz gerekti. ''Daha gelmedik mi?'' sorusundan iliklerime kadar nefret ettiğim için yol boyunca sessiz kalmıştım. Çünkü hareket hızını arttırmak namına zıkkım faydası olmadığı gibi bu söz genelde yolu bilen kişiyi dara sokar, tüm gezintinin içine ederdi. Ama artık mesele garipleşmişti, en azından yine bir o kadar ilgisiz ''Nereye gidiyoruz?'' sorusunu sorma zaruriyeti doğdu. Daha fazla sussaydım insanların zulmüne sessizce katlanan, ayaklanmadığına kızdığım panda ırkına benzerdim. Palpatin ağzındaki bambu çubuğunu çıkarıp gülümsedi ve ''Şimdi anlarsın!'' dedi.

Anladım. Güneşin ışığıyla parlıyordu devlere barınak malikane. Gazetelerin pazar eklerinden daha müsrif, cips ambalajları kadar ihtişamlı bir ''yaşam kompleksiydi'' bu. Petrol zengini ülkelerin geleceği düşünmeden yaptığı garip mimari yatırımlar bunun yanında solda sıfır kalırdı. Pencerelerden sıvı vergi kaçakçılığı akıyordu. Eve ulaşmak için ilk önce üzerinde ''Dikkat! SADECE KÖPEK YOK!'' uyarısı bulunan bir kapıdan geçilmesi gerekiyordu. Bu uyarı ''sadece köpek yok, bunun yanında başka tehlikeli hayvanlar var.'' şeklinde yorumlanacağı gibi ''köpek dışında herşey var.'' şeklinde de algılanabilirdi. Her iki çıkarım da kendisine göre gelişigüzel bir biçimde tehlikeliydi. Palpatin güvenlik kamerasına el salladı ve tüm mozambik nüfusunun uzanabileceği büyüklükteki kapılar yağlı bir ses ile açıldı.

Aşşağı yukarı altı milyon futbol topu büyüklüğündeki bahçeyi yürüyerek aşmak istemiyordum, ama burası cennet gibiydi. Hatta cennet müteahhitlerinin bitirme teziydi. Madem bu kadar büyük, içinde otobüs rinkleri olsun diye düşünürken, pencereleri alınmış kısa bir limuzin önümüzde durdu. Şöför hiç gösteriş yapmadan indi. Otuzlu yaşlarında yakışıklı bir adamdı. Yüzünde sınır tanımaz bir uygarlıkla bize gülümsedi. Bize doğru yürürken, siyah, zengin takımının pantolonu bacaklarının üzerinde saten gibi kayışıyordu.

''Hoşgeldiniz'' diyip hafifçe eğildi. ''Arabaya geçmez misiniz?''

''Hoş bulduk Alfonzo'' dedi Palpatin ve şöförün elini sıktı.

Ben de ''Hoş bulduk'' diyip elimi uzattım. Elimi üstte tutarak kafasını yaklaştırdı ve İhlas suresi okuyup üzerine üfledi.

Arabaya bindik ve gaz pedalına basıldı. Arabanın içi Adolf Hitler gibi kokuyordu. Koltuklar çok rahattı. Böyle çok rahat koltuklara oturunca hiç kalkasım gelmez. Ama nedense koltuklar bu kadar rahat olunca yolculuk 10 dakikayı geçmez. Palpatin yol boyunca Alfonzo'ya gereksiz, havadan sudan, işten güçten sorular sordu. Sanki sormasa birbirleriyle kavga edeceklerdi. Erkeksi dünyanın süspansiyon sohbetleriydi bunlar, alışkındım. Pencereden dışarı baktım. Botanik bahçede zürafalar görünüyordu. Tembel tembel yaprak yiyorlardı. O botanik bahçedeki tüm hayvan pipilerini düşündüm bir an. Öteki tarafta kız voleybol takımları ''haaa'', ''inaaaa'' diye bağıra bağıra müsabaka ediyorlardı. Selahattin belli ki ambiyans olayını iyi biliyordu. Bahçeye de hoş bir lezzet katmıştı doğrusu, kuş seslerine karışan soprano inleyişler.

Alfonzo arabadan inip kapımı açtı. Bu açıdan daha yakışıklı görünüyordu. Bağışıklığım olmasaydı, 3 zamana aşık olabilirdim. Çantamdaki mısır konservesini kontrol ettim. Önde Alfonzo, arkada ben ve dünürüm evin kapısına doğru yürüdük. Misafir savaş düzeniydi bu, evsahibinin müdafaasını delip geçmek için bu üçgen teşkilat en verimlisiydi. Alfonzo retina falını okutmak için kapıda duran elektronik çingeneye gözünü uzattı. ''Abe, girin içeri'' dedi ve kapılar açıldı. Evin içi de dışı kadar har vurup harman savrulan para birimleriyle dekore edilmişti. Avro ağırlıklıydı.

Uzun koridorlardan geçerken, Alfonzo tekrar tekrar ''bu taraftan'', ''lütfen, geçin'' gibi şeyler söyleyip canımı sıkıyordu. Bu kadar abartılı hizmete gerek yoktu. Nitekim hizmet de yoktu, sadece aldığı yığınla maaşın, vicdan yükünü kaldırmak için nezaket sıçıyordu. Acaba çamaşırları asarken sırf hizmet aşkından, ''Siz de bu ipe lütfen'', ''Mandallar sıkmıyordur umarım'' diye saçmalıyor mudur? diye düşündüm. Bir kapının önüne geldik, ve Alfonzo beyaz eldiveninin ahşap tokluğu ile kapıyı çaldı. İçeriden ''Gir!'' sesi geldi.

Kolaya kaçan, yatay sabit halka jimnastikçisi gibi kapıyı iki eliyle açan Alfonzo yoldan çekilip bize gülümsedi ve içeriyi gösterdi. İçeride masanın arkasında iki adam ayakta duruyordu. Masada birşeylere bakıyorlardı.

''Hoş Geldiniz!'' diye haykırdı daha yaşlıca olan ve Selahattin olan adam. Gözleri hoş gelişimiz şerefine, hususi bir havai fişek gösterisine sahne oluyordu. Kolsuz kaliteli bir atlet giyiyordu, kolları olmayan birisi için iyi bir tercihti. Kolları vardı aslında, parlak elmastan yapılmış kolları vardı. Sert elmas elleriyle elimi sıktı. Gözlerim bu kadar çok karatı bir arada görmemişti. Gözlerimi alamıyordum. Palpatin yanımda kikirdedi. Şaşkınlığım yüzümden okunuyor olmalıydı. Selahattin ile Palpatin sarıldı ve bir daha ayrılmamak üzere birbirlerine söz verdiler.

Selahattin gülümseyerek ''Açıklayayım'' dedi ve yüzüne baktım. ''Bio-elmastik laboratuarlarımda yaptığım uzun çalışmalar sonunda kaybettiğim kollarımı ve bacaklarımı yenilemeyi başardım. Biraz gösterişli ama idare edin.'' dedi, mütevazice gülümsüyordu. Kollarında ve bacaklarında yüzlerce karat elmas bulunan birisi mütevazice gülümseyince, dişleri karadelik gibi görünüyordu. Birisine evlenme teklif edecek olsa, kollarını ve pantolonunu sıvayıp diz çökmesi yeterli olurdu. Gözlerimin kamaşması geçmeden önce Selahattin bizi arkadaşıyla tanıştırdı.

''Bu Güray, çok eski dostumdur, Palpatin kadar olmasın. Kendisi Dünya'nın en pratik zekalı ve en dayanıklı insanıdır. Diğer bir deyişle Tuzla'da hayatta kalan son 3 işçiden biri. Dikkatli olun, çünkü karşınızda doğal seleksiyonun bir mucizesi duruyor.'' dedi ve adamı hatırladım, haberlerde de görünmüştü. ''Güray arayışımızda bize yardımcı olacak.''

''Memnun oldum'' dedi gür bir sesle, çok karizmatik bir tipti. Sözünü taşa geçirebilen cinsten bakışları vardı. Boğazlı penyesi ve ceketi çok şıktı.

''Önce yemek!'' diye hepimizin midesini şenlendirdi Selahattin. Alfonzo ''Derhal efenim.'' dedi ve öğlen saatini tüketime vurmamız için hayatını sürdürdü.

Bölme 6: Çeri Tomatez

Uyandığımda yapmış olmam gereken hazırlıkların hiçbirini yapamamıştım. Sert bir yüzeyin üzerinde olduğumu sırtımdaki kanat kemiklerimde hissedebiliyordum, üstelik çırılçıplaktım. Neyse ki vücudumla barışıktım. Gözlerimi tamamen açana kadar durumun ne kadar korkunç olduğunu anlamıştım. Bileklerim bağlıydı, hala yemek odasındaydım, dünürümün iyi olup olmadığını merak etmemiştim daha... Benim suçum değildi, belki bazı arkadaşlarım bu umursamazlığım yüzünden beni kınayacaklardı ama kendi durumun vahameti dünürümü bir süreliğine unutturmuştu. Hem daha yeni kalkmıştım, nolur kızmayın.

Sapık bir katilin tezgahına bağlı olan insanların yaşadığı en yoğun duygunun dehşet veya korku olduğunu düşünmüştüm hep, ancak benim için can sıkıntısı çok daha öncelikliydi. Yapacak hiç mi birşey olmaz... Öyle tavana bak bak, sıkıldım doğrusu. Kafamda hiç unutmamaya and içtiğim yemek tariflerini tekrar gözden geçirdim, hatta biraz futbol ile ilgili bile düşündüm. Nasıl oluyordu da gollerin nadirliğine rağmen gol sevincine ayrılan zaman bu kadar kısıtlıydı, acaba maçtan sonra soyunma odalarına beni düşünüyorlar mıydı futbolcular, ve en önemlisi futbol oynayanlar kendi maçlarını hiç kale arkasından izleyemedikleri için üzülüyorlar mıydı?

Duvardaki guguklu saatin üzerindeki kapılar açıldığı anda yemek odasının kapıları da açıldı. Bu çok tiyatral bir hareketti, beni buraya bağlayan kişinin kendini beğenmiş, gösteriş meraklısı kılçık bir tip olduğunu tahmin ettim. Sıkılmıştım üstelik, tamam belki ölüp kurtulmak istemiyordum, futbol ile ilgili merak uyandıran o kadar çok şey vardı ki. Ayak seslerini duyduğum kişinin 70-80 kilogram ağırlığında kafasında 4 tilki bulunan orta boylu birisi olduğunu ve bu kişinin sırtının sol kısmında dengesini bozan bir et ben olduğunu tahmin edebiliyordum. Ayak seslerinin ritminden, memelerinin olmadığını da anladım. Laminantlar adına! Gelmesi ne kadar uzun sürmüştü. Sonunda buhulu gözlerimle ve olağanüstü vizyonumla yüzünü gördüm. Bu Alfonzoydu!

Bu kadar ince bıyıklı birisinin benim sıradışı güzelliğime dayanamaması çok doğaldı. Gülmemek için kendimi zor tuttum, zavallı uşak kendini bir gecede kaptırmıştı bana. Elindeki bıçağı keskinleştirirken çok belliydi bu ellerinin kararlılığından. Onu hafife aldığımı düşünmesini istemiyordum.

'Nördün kanka?' dedim, dosthane yaklaşmak istiyordum bir yandan.

'Dayanamıyorum Hale, güzelliğin, bakışların, domates suyunu yudumladıktan sonra dudaklarını masum bir inek gibi yalayışın, gerdan kırışın, uluslararası ilişkilerle ilgili bilginliğin, yanlız kaldığında tahmin ettiğim kırmızı bir gecelik giyip zeytin yağlı hususi sabunlarla yıkadığın göbek deliğinin etrafına yaptığın sensüel masajlar, kız kardeşin ne zaman istese verdiğin cömert borçlar, onun savurganlığına böylesine sabırla yaklaşışın, telefonunun tuşlarına basışın, pencere macunu sürerken geride hiç parmak izi bırakmayışın, gross markette en kısa kuyruğu hiç tereddütsüz buluşun, kardan adamların kanının şalgam suyu olduğuyla ilgili içten fikirlerin, bir cumhuriyet kadını oluşun ve buna rağmen kürtlerle arkadaş olabilmen, eğitimliliğin, tırnaklarının şekli...'

'Tamam, tamam. Anlıyorum, benimle ne yapacaksın şimdi?' diye sözünü kestim, zaten söylediği herşeyi biliyordum. Yüzü heyecanla parladı.

'Sana salam yedirmek istiyorum.' dedi, başkasının oyuncağını evine götürebileceğini sonunda duymuş bir çocuk kadar heyecanlıydı.

'Ne?' dedim

'Sana salam yedireceğim' diye tekrarladı.

'Ne? Ne Salamı?' dedim, sabrım taşıyordu.

'Macar' dedi, sinirlendiğimi anlamış gibiydi sunumunu tamamlamak için arkasını döndü elinde bir tepsi vardı. Tepsinin gümüş olmasını bekliyordum, ama eski plastik bir tepsiydi, üzerinde tam seçemediğim kopipeyst desenlerden vardı. Bunun garip bir ritüel olduğunu düşündüğüm için iyiden iyiye sinirlendim.
Zincirlerimi kırıp ayağa kalktım ve birkaç brezilya ju jutsu hamlesiyle Alfonzo itini yere serdim. Önceden yere serdiğim insanlarınkine benzeyen bir yüz ifadesi vardı, yere serilmiş olmanın verdiği utanç dolu, yere serik bir yüz.
Artık üzerime birşeyler giymemin zamanı gelmişti. Kırmızı masaörtüsünden, Alfonzo'nun bıçağıyla kendime enfes bir elbise yaptım, yaşanmışlıklarımı işte böyle sınırsızca moda anlayışıma yansıtıyordum.

Diğer odaların birinde Selahattin ile Dünürümü aşşağı yukarı 2 metre uzunluğunda ketçap şişelerine kapatılmış buldum, neyse ki domates mevsimi değildi ve ketçap dizlerine kadar geliyordu, biraz daha gecikseydim, gerçek ketçabın tadına bakacaklardı, olacağı oydu. Neyse ki onları kurtardım, ikisi de artık daha uysal, daha masumdular.