Bölme 5: De Beers


Dünürümle Selahattin Usta'yı görmeye gitmeden önce yapmamız gereken tüm hazırlıkları yaptık. İstanbul'un nemli sıcağı yine ensemizi ıslatıyordu. Saçımı topuz yaptım ve kendimizi bir pansiyona attık, klima yoktu ama serindi. Bu keskin, hoş esintinin nereden geldiğini anlamak için resepsiyon'a dayanıp etrafa baktım. Merdiven boşluğunun altında 5-10 çingene toplanmıştı. Önlerinde kalıp kalıp buz vardı. Ağızlarına buz atıp lobiye üflüyorlardı. Çok şenlerdi. Bu halleri
özel günlerde gitarları ile gösteri yapan mariachi gruplarını andırıyordu. Meksikalı bir arkadaşım, kızı 15 yaşına bastığında bu gruplardan birini getirtmişti. Onlarda adetmiş. Genç kızlar 15 yaşına geldiğinde böyle kutlamalar yaparlarımış. Arkadaşım o akşam zil zurna sarhoş olup yediği takoların hepsini müzisyenlerden birinin şapkasına çıkarıvermişti. Neyse ki adamlar eğlenceli tiplerdi, gülüp geçtiler kusmuğa. Ben ise 15 yaşımda 3M Migros'ta çalışmaya başlamıştım.

Havalı, açık seçik resepsiyonistten anahtarlarımızı alıp odalarımıza çıktık. 70 numaralı oda Palpatin'in di, Benimkisi ise 72 numaraydı. Konaklayarak sandöviçlediğimiz 71 numaranın sakinini merak ettim, hafifçe eğilmiş anahtar ile kapımı açarken. Yarım saat içinde lobi'de buluşacaktık, çingenelerin ağzındaki buzları düşünerek soğuk bir duş almaya karar verdim. Odanın büyüklüğü fena değildi, ama İstanbul'daki tüm küçük pansiyonlarda olduğu gibi dekorasyon anlayışı anneannemin ''kitsch''iydi. Banyoda duşakabin yoktu. Ama o halimle, suyun banyonun heryerine sıçraması umrumda bile değildi. Köpüklü bir şelalenin altında siyah uzun saçlarını okşayarak yıkanan, Orta Asya'nın yaylalarından şehvetli bir kadın gibi kendimi yıkamaya başladım. Tanımadığım bir yerde gözlerim kapalı yıkanamazdım. O yüzden göz yakmayan şampuanlardan almıştım yanıma. Göz yakmayan şampuan lüksünü sadece çocuklara layık görmeyen bir şampuan üreticisi vardı artık. Paklığımı aynada öptüm ve Fats Domino'nun ''I'm walking'' adlı parçasını dinlerken dişlerimi beyaza doğru fırçaladım. Çırılçıplak vücudumu kuruladıktan sonra ne giyeceğime karar vermek için eşyalarıma baktım. Selahattin Usta'ya giderken yanımda hiç elmas bulundurmamaya ekstra özen gösterdim. Çünkü elmas atölyeleri elmaslar için çok tehlikeli yerlerdir. Kırmızı uzun kollu ipek gömleğimi ve payetli siyah etekliğimi giydim. Aynada kendimi görüp köşesine imzamı attım. Kapımı kilitleyip aşşağıya indim. Palpatin daha gelmemişti. Daha zamanı vardı, oturup beklemeye karar verdim. Lobi'deki klima çingeneleri dağılmıştı. Resepsiyonist kız tam ondan beklediğim gibi tırnağını törpülüyor, üfleyip püflüyordu. Parmaklarındaki tırnak enkazı uçsun diye üflüyor, sıkıntısını anlatmak için püflüyordu. Pencere'nin kenarında kukuletalı bir adam pipo içiyordu, hiç de gizemli değildi doğrusu.


Kürk ile beslenen, soba boyası giyimli, su tabancası fetişisti uzaylı travestiler tarafından kaçırılmadıysa Palpatin'in şimdiye merdivenlerden inmiş olması gerekiyordu. Bacak bacak üstüne atıp üstte kalan bacağımı diz altından sallamaya başladım. Gerçekten uzaylılar kaçırdıysa şimdiye kadar en az 35 ışık dakikası uzakta olurlardı. Einstein'a sadıktım, ışıktan daha hızlı birşey yoktu bana fikrimi sorsalardı. Ama son günlerde herşey teoriydi. Teoriler de masa kenarına doğru yürümüş narin un kurabiyeleri gibi kırılmaya mahkümdü. Bekleyişimi ödüllendirmeyen, eğlencesiz adımlarla aşşağıya indi Palpatin.

Rezalet çıkarmayarak ayağa kalktım ve birlikte Selahattin Usta'nın atelyesine doğru yollandık. Yokuşlu arnavut sokaklardan geçerken ellerimiz arasıra birbirine çarpıyordu. Düzgün yürümeye odaklanmış aklımız ve felçli vinç topuzu kollarımız, ihmal edilmiş gövdelerimizle elmas mabedine doğru spastik adımlarla ilerledik. Buradaki kadınların hepsinin adı Hüsniye, tüm erkeklerin adı Hüseyin'di. Alamet kalçaları için bile büyük minderlerin üzerine oturmuş çekirdek çitliyordu herkes. ''Seneye de oturursun!'' ideolojisi ile dikilmişti minderler. Kim bilir arnavut kaldırımlar bu sonu gelmeyen ton ton çekirdek tüketiminin sivilceleriydi. Birkaç erkek yol boyunca ingiliz anahtarlarını yere bırakıp alnını sildi ve müzik klibi, şampuan reklamı karışımı bir neşeyle göğsümde beslediğim dağları süzdü.

10 dakikalık zahmetli ve belediyeyi üzmesi gereken bir yürüyüşten sonra Selahattin'in harabesine varmıştık. Bu mimari fiyaskoya, güllü dallı gladyatörler gibi meydan okumalıydım. Belki o zaman üniversiteye alırlardı beni. Ama Palpatin bina bozmasının kapısından girmedi. Binanın yanında küçük bir geçiş vardı. O kadar dar bir geçitti ki başıboş yarı-nemli sümükler gibi duvara sürüne sürüne geçmemiz gerekti. ''Daha gelmedik mi?'' sorusundan iliklerime kadar nefret ettiğim için yol boyunca sessiz kalmıştım. Çünkü hareket hızını arttırmak namına zıkkım faydası olmadığı gibi bu söz genelde yolu bilen kişiyi dara sokar, tüm gezintinin içine ederdi. Ama artık mesele garipleşmişti, en azından yine bir o kadar ilgisiz ''Nereye gidiyoruz?'' sorusunu sorma zaruriyeti doğdu. Daha fazla sussaydım insanların zulmüne sessizce katlanan, ayaklanmadığına kızdığım panda ırkına benzerdim. Palpatin ağzındaki bambu çubuğunu çıkarıp gülümsedi ve ''Şimdi anlarsın!'' dedi.

Anladım. Güneşin ışığıyla parlıyordu devlere barınak malikane. Gazetelerin pazar eklerinden daha müsrif, cips ambalajları kadar ihtişamlı bir ''yaşam kompleksiydi'' bu. Petrol zengini ülkelerin geleceği düşünmeden yaptığı garip mimari yatırımlar bunun yanında solda sıfır kalırdı. Pencerelerden sıvı vergi kaçakçılığı akıyordu. Eve ulaşmak için ilk önce üzerinde ''Dikkat! SADECE KÖPEK YOK!'' uyarısı bulunan bir kapıdan geçilmesi gerekiyordu. Bu uyarı ''sadece köpek yok, bunun yanında başka tehlikeli hayvanlar var.'' şeklinde yorumlanacağı gibi ''köpek dışında herşey var.'' şeklinde de algılanabilirdi. Her iki çıkarım da kendisine göre gelişigüzel bir biçimde tehlikeliydi. Palpatin güvenlik kamerasına el salladı ve tüm mozambik nüfusunun uzanabileceği büyüklükteki kapılar yağlı bir ses ile açıldı.

Aşşağı yukarı altı milyon futbol topu büyüklüğündeki bahçeyi yürüyerek aşmak istemiyordum, ama burası cennet gibiydi. Hatta cennet müteahhitlerinin bitirme teziydi. Madem bu kadar büyük, içinde otobüs rinkleri olsun diye düşünürken, pencereleri alınmış kısa bir limuzin önümüzde durdu. Şöför hiç gösteriş yapmadan indi. Otuzlu yaşlarında yakışıklı bir adamdı. Yüzünde sınır tanımaz bir uygarlıkla bize gülümsedi. Bize doğru yürürken, siyah, zengin takımının pantolonu bacaklarının üzerinde saten gibi kayışıyordu.

''Hoşgeldiniz'' diyip hafifçe eğildi. ''Arabaya geçmez misiniz?''

''Hoş bulduk Alfonzo'' dedi Palpatin ve şöförün elini sıktı.

Ben de ''Hoş bulduk'' diyip elimi uzattım. Elimi üstte tutarak kafasını yaklaştırdı ve İhlas suresi okuyup üzerine üfledi.

Arabaya bindik ve gaz pedalına basıldı. Arabanın içi Adolf Hitler gibi kokuyordu. Koltuklar çok rahattı. Böyle çok rahat koltuklara oturunca hiç kalkasım gelmez. Ama nedense koltuklar bu kadar rahat olunca yolculuk 10 dakikayı geçmez. Palpatin yol boyunca Alfonzo'ya gereksiz, havadan sudan, işten güçten sorular sordu. Sanki sormasa birbirleriyle kavga edeceklerdi. Erkeksi dünyanın süspansiyon sohbetleriydi bunlar, alışkındım. Pencereden dışarı baktım. Botanik bahçede zürafalar görünüyordu. Tembel tembel yaprak yiyorlardı. O botanik bahçedeki tüm hayvan pipilerini düşündüm bir an. Öteki tarafta kız voleybol takımları ''haaa'', ''inaaaa'' diye bağıra bağıra müsabaka ediyorlardı. Selahattin belli ki ambiyans olayını iyi biliyordu. Bahçeye de hoş bir lezzet katmıştı doğrusu, kuş seslerine karışan soprano inleyişler.

Alfonzo arabadan inip kapımı açtı. Bu açıdan daha yakışıklı görünüyordu. Bağışıklığım olmasaydı, 3 zamana aşık olabilirdim. Çantamdaki mısır konservesini kontrol ettim. Önde Alfonzo, arkada ben ve dünürüm evin kapısına doğru yürüdük. Misafir savaş düzeniydi bu, evsahibinin müdafaasını delip geçmek için bu üçgen teşkilat en verimlisiydi. Alfonzo retina falını okutmak için kapıda duran elektronik çingeneye gözünü uzattı. ''Abe, girin içeri'' dedi ve kapılar açıldı. Evin içi de dışı kadar har vurup harman savrulan para birimleriyle dekore edilmişti. Avro ağırlıklıydı.

Uzun koridorlardan geçerken, Alfonzo tekrar tekrar ''bu taraftan'', ''lütfen, geçin'' gibi şeyler söyleyip canımı sıkıyordu. Bu kadar abartılı hizmete gerek yoktu. Nitekim hizmet de yoktu, sadece aldığı yığınla maaşın, vicdan yükünü kaldırmak için nezaket sıçıyordu. Acaba çamaşırları asarken sırf hizmet aşkından, ''Siz de bu ipe lütfen'', ''Mandallar sıkmıyordur umarım'' diye saçmalıyor mudur? diye düşündüm. Bir kapının önüne geldik, ve Alfonzo beyaz eldiveninin ahşap tokluğu ile kapıyı çaldı. İçeriden ''Gir!'' sesi geldi.

Kolaya kaçan, yatay sabit halka jimnastikçisi gibi kapıyı iki eliyle açan Alfonzo yoldan çekilip bize gülümsedi ve içeriyi gösterdi. İçeride masanın arkasında iki adam ayakta duruyordu. Masada birşeylere bakıyorlardı.

''Hoş Geldiniz!'' diye haykırdı daha yaşlıca olan ve Selahattin olan adam. Gözleri hoş gelişimiz şerefine, hususi bir havai fişek gösterisine sahne oluyordu. Kolsuz kaliteli bir atlet giyiyordu, kolları olmayan birisi için iyi bir tercihti. Kolları vardı aslında, parlak elmastan yapılmış kolları vardı. Sert elmas elleriyle elimi sıktı. Gözlerim bu kadar çok karatı bir arada görmemişti. Gözlerimi alamıyordum. Palpatin yanımda kikirdedi. Şaşkınlığım yüzümden okunuyor olmalıydı. Selahattin ile Palpatin sarıldı ve bir daha ayrılmamak üzere birbirlerine söz verdiler.

Selahattin gülümseyerek ''Açıklayayım'' dedi ve yüzüne baktım. ''Bio-elmastik laboratuarlarımda yaptığım uzun çalışmalar sonunda kaybettiğim kollarımı ve bacaklarımı yenilemeyi başardım. Biraz gösterişli ama idare edin.'' dedi, mütevazice gülümsüyordu. Kollarında ve bacaklarında yüzlerce karat elmas bulunan birisi mütevazice gülümseyince, dişleri karadelik gibi görünüyordu. Birisine evlenme teklif edecek olsa, kollarını ve pantolonunu sıvayıp diz çökmesi yeterli olurdu. Gözlerimin kamaşması geçmeden önce Selahattin bizi arkadaşıyla tanıştırdı.

''Bu Güray, çok eski dostumdur, Palpatin kadar olmasın. Kendisi Dünya'nın en pratik zekalı ve en dayanıklı insanıdır. Diğer bir deyişle Tuzla'da hayatta kalan son 3 işçiden biri. Dikkatli olun, çünkü karşınızda doğal seleksiyonun bir mucizesi duruyor.'' dedi ve adamı hatırladım, haberlerde de görünmüştü. ''Güray arayışımızda bize yardımcı olacak.''

''Memnun oldum'' dedi gür bir sesle, çok karizmatik bir tipti. Sözünü taşa geçirebilen cinsten bakışları vardı. Boğazlı penyesi ve ceketi çok şıktı.

''Önce yemek!'' diye hepimizin midesini şenlendirdi Selahattin. Alfonzo ''Derhal efenim.'' dedi ve öğlen saatini tüketime vurmamız için hayatını sürdürdü.

Hiç yorum yok: