Bölme 4: Interstate 60


Dünürüm beni uyandırmadan önce yapmam gereken tüm hazırlıkları yaptım. Birbirine paralel birkaç rüyam vardı, onları velveleye getirip bitirdim, sonuncusunda lokum hastası bir komünisttim, ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım vitrindeki lokum kutusuna ulaşamıyordum. Dükkan vitrinlerini kırdım ama lokumcunun vitrini urban geçirmezdi, şehrin bana sunduğu atılabilir, savrulabilir herşeyi denedim ama olmadı. Artık uyanmaya hazırdım, uyandırılmak üzere olduğumu hissedebiliyordum. Kendim kalkmayacaktım, gözlerimi araladım. Tam karşımda metalik gri kumaş pantona sarılmış iki bacak duruyordu. Palpatin'in gövdesini ve kafasını kaybetmemiş olduğunu biliyordum, aklım tamamladı dünürümü. Sonra elini omzumda hissettim.

''Hale, Ha...'' derken sözünü kestim. Uyuyan birisi için söz kesmek hatırısayılır bir çevikliktir çünkü.

''Tamam, tamam uyandım.'' dedim ve doğruldum. Biraz önce yattığım yere baktığımda gözlerime inanamadım. Vajina dergisinin orta sayfası açıkken üzerinde uyuya kalmıştım, genital merakım yerini, durağan bir hayalkırıklığına bırakmıştı, belki de çok şey beklemiştim. Hava daha aydınlanmamıştı, mahmur gözlerle saat aradım, koltuğun yanındaki küçük komidinin üzerinde 0 4 0 0 rakamları duruyordu dağınıkça. Saatin tasarımı hoşuma gitti, Ikea'ya gittiğimde ben de evime bir tane almalıydım. Ama ne eviydi, önümde uzun ve belirsiz bir yolculuk vardı. Ne kadar kararlı olsam da ne olacağını kestiremiyordum. Umarım Palpatin bana daha fazla oyun hazırlamamıştır diye düşündüm.

Kendimi tekrar zinde hissedene kadar birkaç reçelli akıtma ve 2 bardak taze sıkma oranj suyu içmem gerekti. Sabah 8.15 treniyle İstanbul'a yola çıkacaktık. Palpatin gece bavullarımı ucuz bir evden eve nakliyat şirketiyle getirtmişti. 2 bavul, bir sırt çantası için biraz bonkörceydi ama yine de bana yapılan her türlü jeste varımdı. Birkaç saat daha vardı, yolculuğa çıkmadan önce. Palpatin'in planları ile ayrıntılı bilgi almak için iyi bir fırsattı.

''İstanbul'da ne yapacağız?'' dedim, İstanbul'da yapacak o kadar çok şey vardı ki, ufkumu daraltmasını istedim.

''Çatladıkapı civarlarında bir dostum yaşıyor. Tüm hayatı boyunca, peşine düştüğümüz objeleri araştırdı. Bu uğurda kollarını ve bacaklarını kaybetti. Kolları ver bacakları yok ama O dünya çapında bir elmas kesim ustasıdır. Kendine ait tam 25 özel elmas kesimi vardır. Hepsi de patentli. Melinda Gates'in parmağında bile onun tasarladığı yüzük vardı, bir mavi ekran cinnetinde kendini ve tüm ailesini öldürmeden önce. Sen sorma ben söyleyeyim, Melinda, Bill Gates'in müstakbel eşiydi. Trilyoner adam Melinda'ya evlenme teklif ederken o eşi benzeri bulunmayan yüzüğü takmıştı. Tabii sonra çok çekti kadın.'' dedi, söylediklerinde bir ezberlenmişlik vardı.

''Arkadaşının adı nedir?''

''Selahattin ama adının önemi yok. Bize vereceği direktif ile ilk nereye gideceğimize karar vereceğiz. Ne yapıp edip objeleri sırasıyla bulmamız gerekiyor, yoksa bazı şeyler ters gidebilir.'' dedi endişeli ve düşünceliydi.

Tren istasyonu çok yakındı, 5 adımdı. Trenin gelmesini beklerken konforlu görünen ama oturunca işkence olan banklardan birine oturduk. Kuşlar ötüyordu istasyon çevresinde, güneş yeni yeni doğmuştu, büfeci büfesini açıyordu elleriyle. Tehlikeli bir maceraya başlamak için harika bir gündü. Her güzel şeyin sonu gelirdi tabii. Elinde buruşmuş, deforme olmuş bir bebekle orta yaşlı, dişi bir dilenci yaklaştı. Çocuğunun çok hasta olduğunu, bu meselenin ancak para ile çözülebileceğini söylüyordu. Böyle insanları görünce aklıma etraflarındaki kırılgan yaratıkları rehin alan hırsızlar ve kötü adamlar gelir. ''Parayı ver, yoksa çocuk ölür!'' gibi birşeydi aslında bu dilencinin anlatmaya çalıştığı, yalnızca bebenin kafasına dayayabileceği bir tabancası yoktu. Görmezden gelmedim. İki elimi yana açıp dudaklarımı yukarıya doğru büktüm ve tebeşirle yere bir sek sek düzeneği çizdim. Belki dilenci sek sek oynamaya dalar, hatta işsiz mühendis arkadaşlarını çağırır birliktece seker beni unuturlardı. Ama kadın emeğime bükük bir boyunla bakıp yalvarmaya devam etti. Neyse ki daha sessiz tren icat edilmemişti. Kadının inleyişli yakarışlarını bastıran bir gürültüyle tren istasyonda durdu. Bu bizim trenimiz değildi, karşı perona gelişinden hemen anlamıştım. Palpatin'i birkaç el sekseğe davet ettim, kabul etti. Birlikte dilenciye küçük bir ''Hayat güzeldir!'' gösterisinden sonra terli ve eğlenmiş bir biçimde yerimize oturduk. Birkaç dakika geçti ki, biyonik hoparlörlerden dumanlı, keyifli bir ses geldi:

''Ankara'dan İstanbul'a gitmek isteyenler! Treniniz geliyor. Sarı çizgiyi geçenlerin başına gelenleri duymuşsunuzdur. O yüzden biraz daha dikkatli... hadi. ''

Tren başa çıkılmaz aerodinamik bir kısrak gibi durdu peronda. Trenin içindeki tüm gerginliği serbest bırakır gibi ''tıss!'' dedi kapılar. Kapılar açılınca içerdeki tüm kavgalar bitmişti, tüm küskünlükler son bulmuştu. Uzun uzadıya bindik trene. Palpatin'le, kompartmanımızı bulup yerleşmemiz trenin kalkmasıyla bir oldu, hatta tam koltuğa otururken Tren hareket etti ve düşündüğümden daha hızlı oturmak zorunda kaldım. Yanımda oturan obez gencin etini bile sıkıştırmış olabilirim o hızla. Yüzüne özür ile baktığımda o gülümsedi, obezite onu mutlu birisi yapmıştı. Kompartmanda ben, Palpatin ve obez genç dışında uyuyan güzel bir kız ve pişman görünen bir çiftçi vardı. Palpatin pencere kenarında tam karşımda oturuyordu, ellerini bacaklarının arasına sokup kafasını yan yatırmıştı. Dün hiç uyumamıştı sanırım, kendisini şımartmasına izin verdim. Çiftçinin kaşları hala ortadan baş parmakla çekilmiş gibi ümitsiz görünüyordu. Kendimi çok uyanık ve sıkkın hissettiğim için yanımdaki obez genç ile iletişmeye karar verdim, hem ismini öğrenir onu obez genç diye anmayı bırakırdım. Bir iki kez yüzüne bakıp sindirmek için kafamı çevirdim, oldukça büyük bir yüzü vardı, bir seferde alamamıştım. Yan gözüyle ona baktığımı görmesi için gözlerimi ardına kadar açtım. Kafasını bana çevirdiğinde tekrar kıstım, korkutmak istemiyordum. Gülümseştik, ondan oldukça yaşlıydım. O yüzden ilk sözü ben söylemeliydim. Üstelik aramızdaki görsel şahanelik farkı benim lütfedip konuşmamı gerektiriyordu. İlk o başlasaydı çok ezik ve umutsuz görünürdü. Çiftçinin moralini daha fazla bozamazdım. Ama kalakalmıştım. Konuşmaya nasıl başlasam bilemedim. Ağzımı farklı kelimeleri sesletmek üzere şekilden şekile soktum ama bir türlü konuşamıyordum. Konuşmaya başlamadan önce çiftçi kafasını iki yana salladı kendi çapında. En sonunda ''Adın ne senin bakayım?'' diyebildim ama olmamıştı. Çok itmiştim çocuğu, yirmili yaşlarındaydı, 10 yaşındaki bir çocuğa kendini takdim edecek kadar saygı duymayan pis yetişkinler gibi olmuştum. O da bana gülümseyerek baktı ama birşey söylemedi, yalnış birşey yaptığımı serinkanlılıkla susarak gösteriyordu. Ama ben yılmadım. ''Mesela, benimki Hale'' dedim. Daha kötüye gidiyordu sanırım. Bunu yaparken utandım ama sonunda kendimi gösterip, ''Hale'' sonra onu gösterip kendi adını söylemesini bekledim. Birkaç kez elim ikimiz arasında gittikten sonra yıldım. Dilini bilmediği yerlilerin adını öğrenmeye çalışan safarici bilimadamları filmlerde daha başarılı oluyorlardı. Eliyle ağzını ve kulağını gösterip ''hayır'' olduğunu tahmin ettiğim bir hareketle kendi dilinde cümlesini tamamladı. Biraz daha uzatırsam, bu insanın sağır, dilsiz, obez gençten daha karmaşık birşeye dönüşeceğini bildiğim için gülümseyip çantamı karıştırmaya başladım. El yordamı ile kitabımı ararken kafamı kaldırdım. Çiftçinin yüz ifadesi aniden anlam kazandı. Kim bilir sağır, dilsiz, obez çocuğa boşu boşuna neler neler anlatmıştı.

Yanımda 50 tane kitap getirmiştim. Hepsini bir e-kitap hard-diskine sığdırmak zor oldu. Dosyaları birbirine çok yakın koymak zorunda kalmıştım. Rastgele tuşuna bastım ve karşıma en sevdiğim kitabın kapağı çıktı. Terry McMillan'ın ''How Stella got her groove back'' adlı kitabı. 40 lı yaşlarımda başucu kitabımdı ama şimdilerde Ömer Seyfettin'in ''Diyet'' hikayesini sık sık okurum. Bir kitabı birden fazla kez okumak süper entellektüel birşeydir bence.

Kitabı biraz okuduktan sonra pencereden dışarı bakmaya başladım, çiftçi de acıya dayanamamış uyumuştu. Uyuyan güzelimiz uyanmış bir sandviç kemiriyordu. Kız benim gençliğime hiç benzemiyordu, halbuki iyi olurdu, gençliğimi hatırlardım. Yine de hatırlardım, beni kim tutuyordu. Hiç işim gücüm yoktu.

Genç kızken şimdi olduğum kadar sakin değildim, çok güzeldim. Aklıma ne gelirse pat diye söylerdim. Bir keresinde bir kampa gitmiştim, karışık bir kamptı, kızlı erkekli aynı odalarda ama farklı yataklarda yatıyorduk. Yeterince karışık değildi doğrusu. Ece ve Gülben adında iki arkadaşım vardı, sonraları onlarla hayatımızı çalıp yazdığı için İpek Ongun'a 1 milyon dolarlık tazminat davası açmıştık ama mendebur Hakim yalanlarımıza inanmamıştı. Gençtik, çıldındık, ne yapalımdık. Bu kampta genç bir çocukla tanışmıştım. Gençlik kampında yaşlı bir iş adamıyla tanışamazdım nedense. Adı Berk'ti. Uzun zengin sarısı saçları, su şişesi kapağı mavisi gözleri vardı. Çok çekingendi, ama uzaktan beni gözleriyle soymasını çok iyi bilirdi. Akşam kamp ateşi yanarken arkasına gidip gözlerini kapattım. ''Bil bakalım kimim ben?'' dedim. Bunları günlüğümden okuduğum kadarıyla biliyorum çünkü kampın son günü kafama yattığım ranzanın üst katı düşmüştü ve kamp ile ilgili tüm anılarımı yitirmiştim. Hafıza kaybının ne kadar kötü olduğunu işte o anda anladım. Çünkü ilk çocuğum tanımadığım bir adamdandı. Yanımda oturan gence olanları anlatabilseydim, belki onu aynı ranzanın üst katına yatmaya ikna edebilirdim. Belki hafızam yerine gelirdi. Berk'e bir daha ulaşamadım. Onun yok olmuş anısına kızımın adını Berk koydum ve 3 ayı dolmadan aldırdım. Hatta deneyimlerimle ilgili yazdığım kitap San Fransisco çapında 3 milyon satmıştı, hala o parayla geçiniyordum. Sık sık yaptığım gibi zihnimin keskin delhizlerinde Berk'i aradım.

Düşüncelere iyiden iyiye dalmıştım, düşünsel saatim su geçirmeye başlamıştı ki, tren mola yerine yanaştı ve gömleğimin üst düğmesini açtı. Bolu'daki mola yeri evrenin en ışıklı ve en büyük dinlenme tesisleriydi. Tam 6700 çalışanı, 2000 tabldot tepsisi ve 3460 parça çatal bıçak seti vardı. Işıkları geceyi meclis koltuklarını delen hançer gibi deliyordu. Kırmızısından, ultra-violesine her türlü ışık vardı burada. Işıkların bir kısmını insan gözü göremiyordu bile, inter-galaktik yolcular için tasarlanmıştı. Çok uzun süre kaldıkları için çalışanların her daim güneş kremi sürmesi zorunluydu. Ne yazık ki gündüzdü, ve ışıkların hiçbiri yanmıyordu. Olsundu, ben gece nasıl göründüğünü kafamda canlandırmıştım. Tesislerin en gözde mekanı olan Yalnızlar Rıhtımı'na oturduk Palpatin'le. Ben ayçöreği yedim o da sümüklü böcek. Sümüklü böceğinin tadına baktım ama o benim ayçöreğimin tadına bakmadı, çok yağlıymış. ''Hıh!''dı. Yemesindi. Yemeğimizi feriştah ile yerken İstanbul'u ne kadar sevdiğimizden ve İstanbul'dan ne kadar nefret ettiğimizden konuştuk.

Burada her cinsten, türden garson, hademe, tesisatçı ve matador bulunuyordu. Tüm telefonların doğduğu yer olduğuna inandığım ''BORSA'' denen yer gibi telaşlı ve hareketli bir yerdi. Duyduğuma göre her akşam borsa kapandıktan, el ayak çekildikten, ışıklar kapatıldıktan sonra tüm telefonlar canlanıp ''sabahlar olmasın'' diye parti yapıyormuş. Burası da öyleydi, cin-insan melezi çocuklar parkta top oynuyordu. İnsan çocuklarını iteliyorlardı. Sinirli bir bakış attım ama oralı bile olmadılar. Antenleri olan kahverengi, titiz görünüşlü bir kız tabaklarımızı aldı ve içecek birşey isteyip istemediğimizi sordu. Biz de istediğimizi söyledik. 60 santim çapındaki gözlerini sitemle kırparak ''Ne isterdiniz?'' dedi. İkimiz de domates suyunda karar kıldık. Palpatin'in içtikten sonra ''Midem ekşidi'' diye şikayet etmemesi için domates suyuna gizlice Talcid attım. Talcid ve Viagra'nın bir erkeğin gururunu nasıl ikiye kırdığının farkındaydım. Düşünceliliğim karşısında sevindirik oldum. Kendimi ödüllendirmek için bir tane daha Talcid'i Palpatin'in yayvan bardağına sinsice düşürdüm.

Yürüyen gezinti yolunda birazcık alışveriş merkezini gezdik. Şişirilebilir pandikli kolluklardan tut, Faust'un ruhuna kadar herşey satılıyordu. Biz daha mütevazı olup, içinde Bolu'lu perilerin hapsolduğu anı anahtarlıklarından aldık, bir örnekti. Biri birinden güzeldi anahtarlıklarımız. Eski anahtarlığımı çıkarmaya niyetlendim ama halkası çok sağlamdı. Palpatin de beceremeyince yapabilecek birini bulmak için arandım. Kancalı elleri olan bir adama gözüm ilişti.

''Acaba şuradakine sorsak ırkçılık olur mu dersin? Sonuçta kötü birşey değil ama bilemedim şimdi.'' diye sordum Palpatin'e, ırkçılıktan anlar bir hali vardı.

''Yok canım, eminim o da bizim yumuşak, nemli ellerimize ihtiyaç duysa rahatsız olmazdık.'' dedi. Kendini onaylamak için kafasını hoyratça sallıyordu. Ona güvenip karıncamsı adama yaklaştım.

''Afedersiniz, anahtarlığım anahtarlarımı rehin aldı. Lütfen yardımcı olur musunuz?'' dedim çocuğunu kaybetmiş bir anne telaşıyla. Dramatikleştirirsem, onu sadece elleri için sevdiğimi düşünmeyeceğini varsayıyordum. Adam anahtarlığı alıp bir çırpıda yapamadığımızı yaptı ve gülümseyerek bana uzattı. Ellerimiz temas ettiğinde tüylerim diken diken oldu. Adam anahtarları sıkıca tutuyordu. Anahtarlara baktım, sonra yüzüne... Yüzü değişmişti, transa geçmiş gibi gergindi. Uzaklara bakıyordu.

''KARANLIK BASTIĞINDA
AFRİKA'DA PİGMELER DANS ETTİĞİNDE
GÜLLÜ ATEŞLER ERMENİ TİYATROSUNU SARACAK
DENİZİN KAYASI, KAHPELİĞE ÇARE OLACAK.'' diye bağırdı, gür bir sesle. Alışveriş yapmaya çalışan kordonu kesilmemiş bebekler annelerinin rahminde ağlamaya başladı. Herkes bize bakıyordu. Göğüslerim sayesinde böyle durumlara alışkındım.

Yüzü tekrar sakinleşti ve anahtarı serbest bıraktı. ''İyi günler'' dedi ve uzaklaştı. Ne demek istediğini anlamamıştık. Palpatin bana ben Palpatine bakıyordum. Öküz ve Trenden çok daha zekiydik ama o anda söylediklerine bir anlam verememiştik. Herhalde delidir, ne yapsa yeridir diyip, trenin kalkma saatinin geldiğini söyleyen ses kaydının sözünü dinledik.

Yolculuğun geri kalanı çiftçinin futbol dırdırını dinlemekle geçti, susması için tuvalette oral seks yapmak zorunda kaldım. Cinselliğiyle barışık bir kadındım, severdim de döverdim de. Ama sağır gence özenmiştim doğrusu. Çünkü sonra Uyuyan Güzel de 1 saat boyunca telefonda erkek arkadaşıyla doğum günü hediyesinin kavgasını yaptı. Neymiş, bir kıza tıraş bıçağı alınır mıymış, ne demek istiyormuşmuş. Yolculuğun ikinci yarısı stresliydi ama trenin kapıları ''tıss!'' edince rahatlardım ne de olsa.

Öğlene doğru takırtıyla İstanbul Sabiha Gökçen havalimanına indik, ne de olsa Dünya'nın ilk kadın savaş pilotuydu Sabiha Gökçen ve ben de onun gibi savaşmaya hazırdım. Terörist var mı diye etrafı kolaçan ettikten sonra trenden indik. Nemelazımdı, tırnak makasıyla bile uçak kaçırılıyordu artıkın. Koltuklar pek rahattı, o yüzden zırnık yorgun değildim. İstanbul'u çok iyi bildiğim için Palpatin'in zırvasını dinlemeden kendi güzergahımdan, kendi taşıma tercihlerimle ikimizi Çatladıkapı'ya ulaştırdım.

Hiç yorum yok: